4 Mart 2018 Pazar

ANLATIBİLİM (NARATOLOJİ)


Giriş
Anlatıbilim, 1960’lı yıllarda Fransa’da ortaya çıkan ve günümüzde uluslararası geçerliliği olan oldukça dinamik bir araştırma sahasıdır. Anlatıbilim, 1960’lı yılların sonunda başlı başına bir disiplin olarak ortaya çıkmıştır. Birçok araştırmacı tarafından kabul gören bir ayrım ile bu disiplini kendi içinde iki döneme ayırmak mümkündür: 1966-1980 yılları arasını kapsayan klasik dönem; 1980-1990 yılları arasını kapsayan Klasik sonrası dönem. Klasik dönem aynı zamanda yapısalcı olarak da bilinir.
1.     Anlatı
“Anlatı” kavramı son yıllarda hem edebiyat teorisinde hem diğer disiplinlerde yaygın bir biçimde kullanılmaya başlamıştır. Anlatı, henüz insanlar onu isimlendirmeden ve nasıl işlediğini anlamadan çok daha önce mevcuttu.[1] İnsanlığın doğuşundan itibaren var olan anlatı çok daha sonra sistematik incelemelerin konusu olabilmiştir. Fludernik, günlük hayatta herkesin birer anlatıcı olduğunu söyler. Frederic Jameson gibi bazı kuramcılar ise, tıpkı dil gibi, “anlatı üretme süreci”nin de insan zihninin temel işlevlerinden biri olduğunu ileri sürmüşlerdir. Barthes, anlatının evrensel olduğunu birçok kez dile getirmiştir. Fudernik anlatının karmaşık ve çeşitli olayları anlamlandırmak ve açıklamak için modeller oluşturmamıza yardım eden temel yapıları sağladığını iddia eder. Kabaca, anlatılar olay dizilerine uygulanan neden sonuç ilişkilerine dayanır.
Anlatı, 1970’lerden itibaren “Anlatıbilim” disiplini altında sistematik bir biçimde incelenmeye başlamıştır. Kapsam olarak ilk dönemlerde edebî anlatılarla sınırlı kalan “anlatı”, 1990’lardan itibaren birçok farklı sahayı içine alacak şekilde genişlemiştir. Bu genişleme, anlatı(nın) tanımlarına da sirayet etmiş ve her disiplin, anlatıyı kendi bakış açısına göre tanımlamaya başlamıştır.[2] Edebiyat teorisinde bile kendi içinde tanım farklılıkları ve uzlaşamama durumları mevcuttur. Bazı anlatı teorisyenleri anlatıyı yalnız “kurmaca anlatı” olarak, bazıları ise hem kurmaca hem gerçek anlatılar olarak açıklamışlardır. Fakat genel olarak araştırmacıların çoğu, “anlatının hem bir temsil olduğu hem de bu temsilin nesnesinin zamansal ve nedensel bir düzen sergilediği” konusunda anlaşmış görünmektelerdir. Prince’ye göre “anlatı” bir ya da birden fazla “anlatıcı” tarafından, bir ya da birden fazla “anlatılan”a aktarılan bir ya da daha fazla gerçek ya da kurmaca “olay”ın temsilidir. Anlatının bir temsil mi yoksa sunum mu olduğu konusu da tartışmalıdır. Aristo’nun ayrımını benimseyenler, sahnede icra edilen öyküler için “sunum”, anlatılan ya da yazılan öyküler için “temsil” ifadesini kullanırlar.[3]
2.     Anlatıbilimin Temel Kavramları
Her anlatı bir “öykü” sunar. Öykü, içinde karakterlerin yer aldığı bir “olaylar dizisi”dir. Bundan dolayı, “anlatı”, karakterlerin hem sebep olduğu hem de başından geçen olaylar dizisini sunan bir “bildirişim” (communication) biçimidir.
Anlatı incelemelerinde üzerinde durulan; anlatıcı, bakış açısı (perspektif), zaman gibi birçok tartışmalı mesele görülmektedir. Metinde “anlatıcının sesini yansıtan” birçok unsur bulunur. Bir okuyucu, metne ait bir sesi “zihindeki kulaklar”la duyabilir; tıpkı “zihindeki gözler”le hikâyedeki olayları görebileceği gibi.[4] Kısaca, bütün romanlar bir “anlatı sesi”ni yansıtır. Fakat bu sesin okuyucuya olan mesafesi değişkenlik gösterir. “Anlatı sesi”ni yansıtan bir metin “anlatısal bir söylem” olarak değerlendirilir. Bir romandaki “anlatı sesi”ni bulmak için “Kim konuşuyor?” sorusu sorulabilir. Bir anlatıcıyla ilgili ne kadar fazla bilgiye sahip olunursa, onun sesinin niteliği ve ayırt edici özelliğiyle ilgili fikirler o kadar somut olur. Anlatı metinleri için şu ses belirticilerinden bahsedilebilir.
*       içerik meselesi
*       öznel ifadeler
*       pragmatik işaretler
Metindeki “bildirişimsel ilişki” (communication) üç şekilde gerçekleşebilir.
*       Kurgusal olmayan bildirişim düzeyinde yazar ve okur arasında (Metin dışı)
*       Kurgusal aracılık (mediation) ve söylem düzeyinde anlatıcı ve dinleyici ya da gönderilen(ler) arasında (Metin İçi)
*       Eylem düzeyinde karakterler arasında (Metin içi)
Chatman’ı (1978) takip eden anlatı kuramcıları, anlatı sesini tanımlarken çoğunlukla “açıklık” (overtness) ve “kapalılık” (covertness) kavramlarını kullanmışlardır. Anlatıcılar daha çok ya da daha az açık; veya daha çok ya da daha az kapalı olabilirler. “Kapalı anlatıcı”lar çoğunlukla belirsiz veya ayırt edilmesi zor bir sese sahiptirler. Kapalı anlatıcı, arka planda kaybolan ve kendini saklayan bir konumdadır.[5] Anlatı tipleri, “bağıntı/ilişki” (relation) kriterine dayanmaktadır. Genette (1980) tarafından önerilen anlatı terimleri şunlardır.
*       homodiegetik (hikâye-içi) anlatı[6]
*       heterodiegetik (hikâye-dışı) anlatı[7]
Genette’nin iki anlatıcı tipi, bir metindeki birinci ve üçüncü şahıs zamirlerinin kullanımıyla paralellik gösterir. Bir anlatıdaki ilişki tipini belirlemek için “tecrübe eden ben”in(expriencing I) varlığını ya da yokluğunu kontrol etmek gerekir. Stanzel’in “anlatı durumları” modelinde ise şu kategorilerden bahsetmek mümkündür.
*       birinci şahıs anlatı durumu
*       yetkili yazar (authorial)
*       figural

3.     Yapısalcılık Öncesi Anlatı Teorilerine Genel Bakış
Anlatı teorisinin kaynağını Platon ve Aristo’ya kadar götürmek mümkündür. Fakat anlatı ancak 20. yüzyılın ortalarından itibaren bilimin konusu olabilmiştir. Anlatıbilim terimi ilk kez 1969’da Todorov’un önerisiyle kullanılmaya başlamıştır. Bu zamana kadar yalnız anlatı teorisinden söz edilebilir.
Anlatı teorisi ya da “teorilerin kökeni”, Platon ve Aristo’nun “mimesis” ve “diegesis” ayrımına dayanır. Bu ayrımdan ilk bahseden Platon’dur. Mimesis, “taklit” ve “gösterme” kavramlarıyla açıklamaya çalışılan bir kavramdır. Kurmaca metinde, karakterlerin diyalog ve monologlarının aynen aktarılması anlamına gelir. Yani, dolaysız bir biçimde taklit esastır. Diegesis, anlatma kavramıyla alakalıdır. Yazara atfedilebilecek bütün sözleri ifade eder. “Mimesis” ve “diegesis” ayrımı üzerine inşa edilen anlatı incelemeleri, öncelikle Friedrich Spielhagen ve Otto Ludwig’in 1800’lü yılların sonunda roman üzerinde yaptıkları teorik incelemelerle, daha sonra da 20. yüzyılın başlarında Charles Bally, Fritz Karph gibi dilbilimcilerin anlatıyla ilgili meselelere eğilmeleri ve dilbilimsel kategorileri anlatı incelemelerinde kullanmaya başlamalarıyla gelişmiştir.[8] Bir diğer önemli ayrım ise, Aristo’nun Poetika[9]’sına dayanır. “Betimlenen dünyada cereyan eden olayların toplamı” ile olay örgüsü (muthos) ayrımı anlatı teorisinin temel dayanaklarından birini oluşturur. “Muthos”, estetik hususlar ve mantıksal gereklilikler dikkate alınarak seçilen ve düzenlenen olaylar kümesini, yani olay örgüsünü ifade eder. Gerçek dünyada cereyan eden olayların seçilerek verilmesi hadisesidir.
17. yüzyılın başından 20. yüzyılın başına kadarki roman teorileri, normatif ve biçimci paradigmalar olarak adlandırılabilir. Bugün bilinen anlamıyla nesir, ancak 18. Yüzyıldan sonra edebiyatın bir parçası olabilmiştir. İlk teorisyenler nesir anlatılarının tematik ve öğretici taraflarına odaklanmışlardır. Tereddüdün kaynağını ise, “Bu yeni edebiyat biçimi eski ‘epos’un niteliksel standartlarına karşı durabilir mi?” sorusu meydana getirmiştir. 20. Yüzyılın başına kadar bu mesele anlatı türleriyle ilgili birçok teorinin odak noktası olmuştur. İlk kuramcılar bu tip normatif sorularla uğraşırken Spielhagen ve Friedemann, biçimsel paradigmayı yeniden gündeme getirmişlerdir. 19. Yüzyılın sonlarına gelindiğinde edebi anlatılarla ilgili daha sistematik çalışmalar yapılmaya başlanır. 1910’da Fin Okulu üyelerinden Aarne, Aarne-Thompson İndeksi olarak bilinen kataloğun ilk versiyonunu yayımlamıştır.[10] Edebi anlatıları temel prensiplerine indirgeme konusundaki bir diğer girişim, E. M. Forster’dan gelir. Forster, 1927 yılında “öykü” (story) ve “olay örgüsü” (plot) ayrımını yapar. Bu ayrım zamansal ve nedensel ilişkiyi esas alır.
Saussure ile birlikte dil, “gösterge”lerden oluşan bir “dizge” olarak ele alınmaya ve “iç düzenekler”, yapılar üzerinde durulmaya başlanmıştır. Amaç, her türlü sürecin altında yatan “dizge”yi bulup ortaya çıkarmaktır. Bu noktada Saussure’ün “dil” (langue) ve “söz” (parole) ayrımı önemlidir. Bu ayrımı benimseyen kuramcılara göre anlatı, dilin yapısına benzeyen bir sistemdir. Bu anlatısal sistemin altında birçok değişik anlatı metni yer almaktadır. Saussure’ün “dil”i, “söz”den üstün görmesi gibi; klasik döneme bağlı sayılabilecek anlatıbilimciler, genel olarak “anlatı”yı, bireysel anlatılardan üstün görmüşler, anlatının temel yapısal bileşenleri üzerinde durmuşlardır. Saussure’e göre, her gösterge, “biçim” (gösteren) ve “anlam”dan (gösterilen) oluşur.[11] Buradan hareketle, anlatıbilimsel incelemelerin de genellikle söylem merkezli ve öykü merkezli olmak üzere iki yönelim içerdiği görülmektedir.
Radikal bir kültürel-ideolojik gündeme sahip olan Rus Biçimcilerinin amacı, biçimsel olarak sanatın özerkliğini kanıtlamak olmuştur. 1915-1930 yılları arasında etkin olan Rus Biçimciliği, 20. yüzyıldaki edebiyat incelemelerine farklı bir bakış açısı getirmiştir.[12] Rus Biçimcilerinin anlatıbilime en büyük katkısı, Thomashevsky’nin “fabula” ve “syuzhet” ayrımıdır. Syuzhet, metindeki sıra ve biçimi, yani olay örgüsünü; fabula, olay örgüsünün gerçek yaşamda takip etmesi gereken sırasını ifade eder. Buna göre, “syuzhet”, “fabula”nın yabancılaştırılmasıdır. Thomashevsky’nin bu ayrımı, daha sonra, Fransız yapısalcıları tarafından benimsenip geliştirilmiştir. Boris Eikhenbaum, Roman Jacobson, Vladimir Propp, Viktor Shklovsky, Boris Thomashevsky, Iuri Tynianov gibi Rus Biçimcileri, anlatı teorilerini roman teorilerinden ayırarak bu alanda belirleyici bir adım atmışlardır. Bir bütündeki birimleri teker teker ve birbirinden bağımsız olarak ele almayı bırakmışlardır. Birimler bir “dizge”nin öğeleridir. Bunlar, ancak, içinde yer aldıkları sistemdeki diğer öğelerle ilişkileri oranında anlam, değer ve işlev kazanırlar. Propp, “sistem” ve “yapı” kavramlarının önemini Masalın Biçimbilimi adlı çalışmasıyla kanıtlamıştır. Fakat bu eserin ası önemi, 1958’de İngilizceye çevrildikten sonra anlaşılmıştır. Propp’un işlevsel modeli, “öykünün grameri”ni yapmaya çalışan araştırmacılar için önemli bir referans kaynağı olmuştur. Ayrıca Chomsky’nin “üretici gramer” diye tanımladığı kavram da anlatı teorisine Rus Biçimcilerinden gelen katkılar arasında değerlendirilebilir.
1926 yılında Mathesius ve Jacobson tarafından kurulan Prag Ekolü[13], yalnız dilbilim değil; poetika, estetik, tiyatro, şiir, göstergebilim, anlatı incelemesi, edebiyat teorisi gibi çeşitli alanlarda faaliyet göstermiştir. Ekolün temsilcileri arasında, Mukarovsky, Trubetskoi, Bogatyrev, Wellek, Vodicka, Dolezel gibi isimler yer alır. Prag Ekolü, hem Lévi Strauss’a, dolayısıyla Fransız yapısalcılarına ilham kaynağı olmuş hem 20. yüzyıldaki poetika anlayışına yön veren teoriler geliştirilmesine zemin hazırlamıştır. Vodicka ve Dolezel’in tartışmalı “kurgusal dünyalar teorisi”ne yaptıkları katkılar önemlidir.
20. yüzyılın başlarında, Schissel, Seuffert ve Willhelm Dibelius gibi Alman araştırmacılar, özellikle morfolojik metodu kullanarak anlatıların yapısal unsurlarını ve kompozisyonunu incelemeye çalışmışlardır. 1950’li yıllarda Alman anlatı teorisi bu alandaki en önemli çıkışını yapmıştır. Ebberhard Lammert’in Anlatının Biçimleri, F. K. Stanzel’in Romanda Anlatı Durumları, Kate Hamburger’in Edebiyatın Mantığı gibi eserleri bugün hala geçerliliğini korumaktadır.
Genel olarak 20. Yüzyılın başlarından 1960’lı yıllara kadarki süreçte yapısalcılık öncesi anlatı teorilerinden söz etmek mümkündür. Bu teorilerin üzerinde durduğu belli başlı meseleler vardır. Bunların başında “perspektif” gelir. Henry James tarafından anlatı perspektifi ile ilgili başlatılan tartışmalar önemlidir.[14] Lubbock, James’in teknik ayrımını “gösterme” (showing) ve “anlatma” (telling) şeklinde isimlendirerek ilke haline getirmiştir. Pouillon betimleyici bir yaklaşımla bu çerçeveyi genişletmiştir. Friedman’ın sekiz perspektif biçiminden oluşan kademeli modeli, meseleye sistematik bir yaklaşım getirmiştir. Uspensky, çok daha karmaşık ve katmanlı başka bir model geliştirmiştir. Stanzel, perspektif teorisine fenomenolojik bir açıdan yaklaşmıştır. Stanzel, üç prototipik “anlatı durumu” tanımlamıştır.
*       Birinci şahıs anlatı durumu
*       Yetkili yazar (authorial)
*       Figural
Schmid ise, perspektif konusuyla ilgili en kapsamlı modeli ortaya koymuştur. Yapısalcılık öncesi anlatı teorilerinin üzerinde durduğu bir başka mesele ise “zaman”dır. Müller’in “anlatılan zaman” ve “anlatma zamanı” ayrımı bu noktada önemlidir. Lammert bu yaklaşımı daha detaylı bir biçimde ele almıştır. Lammert’in yaklaşımı, anlatıda zamanla ilgili ilk geniş ölçekli sınıflandırma olarak bilinir. Uzayan, kısaltan, tekrarlayan, duraklatan, yarıda kesen, atlayan, eleyen çeşitli anlatma kipleri ayırt etmiştir. Kate Hamburger, anlatı teorisine felsefi açıdan; Booth ise, retorik ve etik açısından katkılarda bulunmuşlardır.
René Wellek ve Austin Warren tarafından yazılan Edebiyat Teorisi kitabıyla birlikte biçimci (anlatıbilimsel) inceleme yaygınlaşmaya başlamıştır. Bu yaygınlık özellikle Rus Biçimcileri ve Prag Ekolü’nün etkisiyle İngilizce konuşulan ülkelerde hız göstermiştir. Bu kitap genel olarak biçimci Anglo-Amerikan edebiyat teorisini, özel olarak kurmaca anlatı incelemelerini şekillendirmiştir. Edebiyat araştırmasına “dış” yaklaşımın aksine “iç” yaklaşımı getirme amacı taşır. Pozitivist yöntemlerden uzak durmuş, “edebiyat nesnelerinin tabiatına odaklanan edebiyat teorisi” geliştirmenin peşinde olmuştur. Yani metin merkezli bir yaklaşım öncelenmiştir.
4.     Fransız Yapısalcılığı ve Anlatıbilimin Ortaya Çıkışı: 1966-1980
Fransız yapısalcılarının amacı, anlatının sistematik ve biçimci analizini yapmak olmuştur. Roland Barthes, Gérard Genette, A. J. Greimas, Todorov, Franz Stanzel, Seymour Chatman ve Shlomith Rimmon-Kenan gibi yapısalcılar anlatı teorisine önemli katkılarda bulunmuşlardır. Yapısalcı anlatıbilimciler, anlatı biçimlerini evrenselleştirme eğiliminde olmuşlar, anlatıların biçimsel özellikleriyle ilgili “nesnel” bir tanımı ve açıklamayı hedeflemişlerdir. “Klasik” olarak adlandırılan yapısalcı anlatıbilimin yaygınlaşmasında, Fransız yapısalcılarının rolü büyüktür.
Anlatıbilim, yöntemsel açıdan tutarlı, yapı-merkezli bir anlatı teorisini biçimi olarak tanımlanabilir. Bu yeni paradigma, 1966’da Fransa’da çıkan Communications dergisinde yayımlanan “Anlatının Yapısal Analizi” başlıklı özel bir sayıyla herkese ilan edilmiştir. Bu sayıda Barthes, Umberto Eco, Genette, Greimas, Todorov, Metz gibi önde gelen yapısalcıların makalelerine yer verilmiştir. Fransızca “narratologie” terimi ilk kez 1969 yılında Todorov’un yazdığı Decameron’un Grameri adlı kitapta kullanılmıştır. Bu yeni yapısalcı yaklaşım temelde üç geleneğin tesiriyle gelişmiştir.
*       Rus Biçimciliği ve Propp’un morfolojik yaklaşımı
*       Saussure geleneğine bağlı yapısal dilbilim ve Lévi Strauss’un yapısal antropolojisi
*       Chomsky’nin üretici-dönüşümsel dilbilgisi
Fransız yapısalcıları, Thomashevsky’nin fabula-syuzhet olarak ayırdığı anlatının iki boyutunu yeniden ele almışlardır. Thomashevsky’nin fabula-syuzhet kavramlarına karşılık; Todorov “histoire” (öykü) ve “discours” (söylem), Genette “histoire” ve “récit” terimlerini kullanmıştır. 1966’dan 1972’ye kadarki dönemde anlatıbilim daha çook “öykü” üzerinde odaklanmıştır. Greimas, en soyut düzeyde “anlamlandırma”nın temel yapısı üzerinde yoğunlaşmıştır.[15] Barthes’in “çekirdek” (kernel) ve “uydu” (satellite) ayrımı önemlidir. “Çekirdek” öykünün tutarlılığını sağlayan zorunlu ve gerekli olayları, “uydu” temel olay örgüsünü zenginleştiren detayları temsil eder. Todorov’un dilbilimsel benzeşime dayalı modelinde (Anlatının Grameri) anlatı, dil olarak düşünülür. Buna göre; anlatıdaki eylem (action) gramerdeki fille, karakterler isimlere, karakterlerin nitelikleri ise sıfatlara benzetilir.
Ayrıca, Bremond temsil edilen eylemin mantığıyla ilgili ikili seçeneklere dayanan bir model ortaya koymuştur. Prince, eylemin mantığını ve anlatı gramerini geniş biçimde ele almış ve önceki yaklaşımları birleştirerek sistemli bir hale getirmiştir. Pavel, Bremond’un soyut ikili mantığını oyun teorisiyle birleştirmiştir. Chatman, anlatıbilimin görsel anlatılara da uygulanabilirliğini ispatlamıştır. Bununla birlikte Fransız yapısalcıları bu teorilerin uygulanması ve sağlamasının yapılması konusunda zorluk çekmiştir. Bunun en tipik örneği, Greimas’ın “Anlatıbilimsel Modeli”dir. Bu sistematik ve yöntemsel boşluk Genette tarafından da dile getirilmiştir. Bunun bir sonucu olarak, Genette Proust’un Kayıp Zamanın İzinde romanının anlatısal kompozisyonunu ve tekniğini detaylı bir şekilde analiz etmeye çalışarak söylem olgusuyla ilgili kapsamlı bir sınıflandırma ortaya koymuştur. Genette’nin “anlatıbilimsel sınıflandırma”sı, edebi anlatıyla ilgili üç işlevsel alanı kapsamaktadır.
*       Zamansal yapının ve temsilin dinamikleri
*       Anlatma kipi ve bunun altında yatan anlatısal bildirişimin mantığı
*       Anlatısal süreç esnasında bilginin bir araya getirilmesi ve iletilmesiyle ilgili ortaya çıkan kısıtlamalar
Genette’nin terminolojisi ve sınıflandırması bir süre sonra anlatıbilimin “ortak dil”i haline dönüşmüştür. Fakat diğer biçimci ve yapısalcıların aksine Genette, bütünüyle tutarlı ve kendi kendine yeten bir anlatı teorisi geliştirme niyetinde olmamıştır.
5.     Klasik Sonrası Anlatıbilim: 1980-1990
Klasik (yapısalcı) anlatıbilim, 1970lerin sonuna doğru yerini “Klasik Sonrası Anlatıbilim”e bırakmıştır. Klasik anlatıbilime bir dereceye kadar karşı olmakla birlikte ondan tam bir kopuş söz konusu değildir. Klasik anlatıbilimin bazı kavramları kullanılmaya devam etmiştir. Takip eden on yıl boyunca, yani 1980-1990 yılları arasında klasik sonrası anlatıbilimde iki ana eğilim göze çarpmaktadır: Birincisi, anlatıbilimin kapsamının edebî anlatının ötesine geçerek genişlemesi; ikincisi, diğer disiplinlerden teori ve kavramlar ithal etmesi. Bu süreç, o dönemde beşeri bilimlerde görülen yapısalcı yöntemlerden yapısalcılık sonrası yöntemlere geçişi de yansıtmaktadır.[16]
Chatman, Story and Discourse: Narrative Structure in Fiction and Film (1978) adlı eseriyle anlatıbilimin görsel sanatlara uygulanabileceğini göstermiştir. Mieke Bal ve diğer araştırmacılar; anlatıbilimin metinlerarasılık, medyalararasılık gibi çapraz-metinsel olguların ve çokseslilik gibi metin-içi olguların analizinde kullanılabileceğini kanıtlamışlardır. Culler, Derrida’nın yapı-sökücülüğünü tanıtmış ve “öykü”nün “söylem”i değil, “söylem”in “öykü”yü doğurduğunu iddia etmiştir. Lanser cinsiyetin, anlatıcı profilinin, bakış açısının ve sunuş kipinin anlatıbilimsel analizinde sistematik bir kategori olarak yer alması gerektiğini öne sürmüştür. Pavel ve Dolezel, daha soyut bir düzeyde, anlatıbilimsel modele biçimsel mantık ve “mümkün dünyalar teorisi”ni de dahil ederek genişletmişlerdir. Bunlar örtük, kurgusal karakterlerin umutları, istekleri vb. vasıtasıyla gösterilen gerçekleştirilmemiş, sanal anlatıları açıklamaktadır.[17]
Bu modeller hayata geçmemiş olsa da teorik olarak alternatif bir olay akışının mümkün olduğuna dikkat çeker. Ryan, bu akıl yürütme biçimini biraz daha ileriyle götürmüş ve bunu yapay zekanın benzeşim modeliyle ilişkilendirmiştir. Anlatıbilimin klasik sonrası döneminde, anlatıbilimsel kavramların ve teorilerin diğer disiplinlere “ihracatında” büyük bir artış görülmüştür. Bütün bunlar “anlatıya dönüş” diye adlandırılan eğilime katkı sağlamıştır.
6.     Klasik Sonrası Anlatıbilim ve “Yeni” Anlatıbilimler: 1990’dan Günümüze
Zaman içinde yapısalcı anlatıbilimin sistematik olma ve mantıksal tutarlılık endişesi yerini daha pragmatik bir anlatı teorisi ihtiyacına bırakmıştır. Anlatıbilimin odak noktası, metin-temelli olgulardan sözlü anlatılar ve edebi olmayan anlatıların bilişsel işlevlerine doğru bir geçiş göstermiştir.[18] Böylece anlatıbilimsel araştırmalarda yeni bir çağ açılmıştır. Gibson gibi araştırmacılar, yapısalcılar tarafından geliştirilen bütün kavramsal düzeneğin kökten yıkılması gerektiğini bile savunmuşlardır.
Klasik sonrası dönemde disiplinlerarasılık büyük önem kazanmıştır. Yaklaşımların birçoğu anlatıbilim ile dilbilim, bilişsel psikoloji, edebiyat, kültür tarihi, kültür teorisi, felsefe gibi disiplinler arasında bir köprü kurmaya çalışmaktadır. Gerek yapı-sökücülerin ve postmodernistlerin, gerekse diğer araştırmacıların eleştirileri dolayısıyla, tarih ve ideolojinin kültürel ve felsefi meselelerine duyulan ilginin canlanması yapısalcıların sistematikliğiyle bir araya gelerek birçok yeni yaklaşım ortaya çıkarmıştır.
Eleştirel biçimde konumlanmış bu anlatıbilimsel model ve teoriler yöntemsel açıdan heterojen bir görünüm arz eder. Herman bu durumdan hareketle, “çoğul ve yeni anlatıbilimler” kavramını ortaya atmıştır. (1999) Anlatıbilim son zamanlarda, teorik gelişmeler dışında, kurumsal ve örgütsel yapıların ortaya çıkışıyla da büyük ivme kazanmıştır. Klasik sonrası yaklaşımların anlatı karşısındaki en önemli ve yeni eğilimleri ise şöyle sıralanabilir.
*       Bağlamcı, tematik ve ideolojik yaklaşımlar
*       Anlatıbilimin edimbilim/pragmatik, retorik ve etikle ilgili çeşitleri
*       Anlatıbilimin bilişsel ve alımlama teorisi odaklı çeşitleri
*       Anlatıbilime dilbilimsel yaklaşımlar ve katkılar
*       Felsefi anlatı teorileri
*       Anlatıbilimin türlerarası ve medyalararası çeşitleri

7.     Anlatı Teorisinde Son Eğilimler ve Gelişmeler
Anlatıbilim, özellikle Almanca konuşulan ülkelerde büyük gelişim göstermiştir. Üniversitelerin edebiyat bölümlerinin müfredatının önemli bir bölümünü Anlatıbilim oluşturur. Stanzel’in Anlatı Teorisi adlı eseri, standart öğretim materyali olarak okutulur. Stanzel ve Lammert dışında, Helmut, Bonheim ve Wilhelm Füger gibi araştırmacılar anlatıbilime önemli katkılarda bulunmuşlardır. Amerika’da psiko-analitik modeller anlatı araştırmalarına dahil edilmiş (Brooks, Chambers), feminist yaklaşımlar uygulanmış (Warhol, Lanser), eleştirel söylem ve ideolojik modeller talep görmüştür. (Cohan ve Shires, Armstrong ve Tennenhouse) İsrail’de daha çok retorik odaklı anlatıbilim incelemeleri ön plana çıkmıştır.
Son yıllarda bu sahada ön plana çıkan Çin’de önemli çalışmalar yapılmıştır. Dan Shen öncülüğünde kurulan Çin anlatıbilimi, özellikle Klasik Çin anlatılarının kendine özgü yapısını inceleyerek Batı kökenli anlatılarda bulunmayan bazı “anlatı kipleri” tespit etmiştir. Günümüzde anlatıbilime yön veren isimler arasında, İsrail’den Meir Sternberg, Slomith Rimmon-Kenan, Tamar Yacobi; Almanya ve Avusturya’dan Wolf Schmid, Manfred Jahn, Ansgar Nünning, Monika Fludernik, Werner Wolf; Amerika’dan David Herman, James Phelan, Brian McHale, Peter Rabinowitz, Susan Lanser, Robyn Warhol gibi isimler sayılabilir. Ayrıca, Fransa, İspanya, Belçika, Hollanda, İskandinav ülkeleri ve eski Doğu Bloğu ülkelerinde de güçlü bir anlatıbilim geleneği oluşmakta ve gelişmektedir.
Günümüzdeki en önemli anlatıbilim dergileri arasında Tel Aviv’de basılan Poetics Today, Amerika’da yayımlanan Style, Narrative, Journal of Narrative Theory, Narrative Inquiry ve Almanya’da çıkarılan Poetika, Germansich-Romanische Monatsschrift gibi dergiler yer almaktadır. Anlatıbilimin son yıllardaki popülerliği dolayısıyla bunlara, basılı veya elektronik birçok dergi daha eklenmiştir.
Sonuç
Anlatı teorisi, 20. yüzyılın ikinci yarısında Anlatıbilim’in başlı başına bir bilim dalı olarak kurulmasıyla birlikte sistematik bir hal almıştır. 20. yüzyılın sonlarından itibaren displinlerarası bir alan haline dönüşerek uluslararası bir saygınlığa ulaşmıştır.    
Kaynakça
Çıraklı, Mustafa Zeki. Anlatıbilim: Kuramsal Okumalar. Hece Yayınları, Ankara 2015.
Dervişcemaloğlu, Bahar. Anlatıbilime Giriş. Dergâh Yayınları, İstanbul 2014.
Jahn, Manfred. Anlatıbilim: Anlatı Teorisi El Kitabı. Çev. Bahar Dervişcemaloğlu, 2. Bs. Dergâh Yayınları, İstanbul 2015.



[1] Bahar Dervişcemaloğlu, Anlatıbilime Giriş, Dergâh Yayınları, İstanbul 2014, s.45.
[2] age, s.50.
[3] age, s.53.
[4] Manfred Jahn, Anlatıbilim: Anlatı Teorisi El Kitabı, çev. Bahar Dervişcemaloğlu, 2.bs., Dergâh Yayınları, İstanbul 2015., s.13.
[5] Bkz. Saklanma Stratejileri.
[6] Anlatıcı, hikâyedeki karakterlerden biridir.
[7] Anlatıcı, hikâyede eylem düzeyinde yer alan bir karakter değildir.
[8] age, s.16.
[9] “(…) anlatıbilimin temel ayrımlarının ve kategorilerinin büyük kısmı, kaynağını Aristo’nun Poetika’sından almaktadır.” (age, s.17)
[10] Bu yapısal katalog çalışması Propp’un incelemesinden çok daha erken tarihlidir.
[11] Karmaşık bir gösterge olan anlatısal metin için de şöyle bir ayırım formüle edilebilir: Gösteren “söylem” (discourse); Gösterilen “öykü” (story)
[12] Bkz. Shklovsky’nin “Yabancılaştırma Prensibi”
[13] Prag Dilbilim Çevresi.
[14] Henry James’in “Göstermeye Dayalı Anlatma Yöntemi” (Karakterin Epistemolojik Bakış Açısı)
[15] Göstergebilimsel Dörtgen.
[16] age, s.32.
[17] age, s.33.
[18] Fludernik’in “Doğal Anlatıbilim”i (1996)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

YERALTI

YERALTINDAN NOTLAR HAKKINDA                        GİRİŞ             Romanın ortaya çıkışı Avrupa’nın Rönesans’la yaşadığı bü...