1. EDEBİYATTA YAPISALCILIK
1960’lı
yıllarda Fransa’da hızla gelişen edebiyat alanındaki yapısalcılığın iki kaynağı
olduğu kabul edilir: Biri yapısalcı dilbilim, ikincisi Rus Biçimciliği.
Rusya’dan 1920’de ayrılarak çalışmalarını Prag’da sürdürmüş olan Roman Jacobson[1],
Rus Biçimciliği ile Fransız yapısalcıları arasında bir köprü görevi yapmış
oldu. Daha sonra T. Todorov tarafından Rus Biçimcilerinin bazı yapıtlarının
Fransızcaya çevrilmesi de Fransa’daki yapısalcıların Rus Biçimcilerini daha iyi
tanımalarını sağladı ve yapısalcılık Fransa’da parlak bir çıkış yaptıktan bir
süre sonra diğer ülkelere yayıldı.
Fredric
Jameson’ın dediği gibi, yapısalcılık, her
şeyi dilbilimin terimleriyle yeni baştan, bir kez daha düşünme girişimidir.
Yapısalcılık, dilin, içerdiği sorunlar, gizemler ve içerimler ile, XX. yüzyıl
düşünce hayatı için hem bir paradigma hem de bir takıntı haline gelmesinin bir
semptomudur. Prag Dilbilim Okulu (Jacobson, Jan Mukarovski, Felix Vodiçka ve
diğerleri), Biçimcilikten modern yapısalcılığa geçişi temsil ederler. Bu
kuramcılar biçimcilerin düşüncelerini işlemişler, ama bu düşünceleri Saussure’cü
dilbilim çerçevesi içinde daha sağlam bir biçimde sistematikleştirmişlerdir.[2]
Yazınsal
yapısalcılığın gerek Rus Biçimciliği ile gerekse Anglo-Amerikan Yeni Eleştiri
kuramıyla ortak yönleri vardır. Edebiyat bir iletişim aracı olduğuna göre, onun
da kendine özgü bir sistemi, dolayısıyla öğeleri arasındaki bağıntıları
düzenleyen birtakım kuralları, yasaları olması gerekir. Nasıl dilbilimde somut
ve bireysel olan söz’ün arkasında onu
belirleyen soyut ve toplumsal bir dil sistemi varsa, edebiyatta da söz’e tekabül eden somut ve bireysel tek
tek yapıtların arkasında da soyut ve toplumsal bir edebiyat sistemi vardır.
Saussure dili incelemek için ne tarihe, ne de dış gerçekliğe başvurmuştu, çünkü
sistem ancak eş zamanlı bir yaklaşımla bulunabilirdi ve gösteren ile gösterilen
arasındaki bağıntı da keyfi ya da saymaca (konvansiyonel) idi. Başka bir
deyişle sistem, gerçeklikten bağımsız, kendi başına işleyen bir bütündür.
Todorov, Barthes, Greimas gibi yapısalcılar da edebiyata böyle eş zamanlı
olarak yaklaşırlar; ne yazarla, ne tarihle, ne de metin dışı gerçek dünya ile
edebiyat yapıtı arasında bir bağ kurmak gereğini görürler. Çünkü tek tek
yapıtların uyduğu sistem de, dış gerçeklikten bağımsız, kuralları, yasaları
saymaca olan, kendi kendine yeterli bir bütündür. Yapıtla dış dünya, yazar ya
da okur arasında bağlar kuran yöntemleri reddetmek bakımından, yapısalcılıkla
Rus Biçimciliği ve Yeni Eleştiri arasında ortak yönler vardır. Ama yapıtların
kendilerine yönelirken, farklı amaçlarla yöneldiklerini görürüz. Yapısalcılık,
Yeni Eleştiri gibi tek tek yapıtları yorumlamak peşinde değil, yazınsallığın
peşindedir. Bu bakımdan Rus Biçimciliği ile birleşirlerse de, dilbilimi kendine
model seçtiği için bu kuramdan da ayrılır. Adını andığımız yapısalcıların hepsi
edebiyatın, dilinkine benzer olduğuna inandıkları düzenleniş kurallarını,
yapısını saptamaya çalışmışlardır. Ne var ki, bu konuda görüş birliğine
vardıkları söylenemez. Todorov, Genette ve Greimas’ın görüşlerine kısaca
değinelim.
Todorov,
yapısalcı yöntemi Grammaire du Décaméron (1969)
adlı kitabında Boccacio’nun öykülerine nasıl uyguladığına dair kabaca bir fikir
vermeye çalışalım. Yapıtın adından da anlaşılacağı üzere, Todorov, Boccacio’nun
öykülerinin gramerini saptamaya çalışıyor. Ne ki, burada “gramer” sözcüğü
öykülerde kullanılan dilin, yani İtalyancanın grameri demek değil, öykülerin
yüzeyde görünmeyen, ama derinde yatan yapısı demek. Bu yapı dilin yapısına
uyduğu için, Todorov, dilsel bir terim olan gramer sözcüğünü kullanıyor ve yine
aynı amaçla, öyküleri çözümlerken dilbilim kategorilerine başvuruyor.
İncelediği
yüz öykünün ortak yapısal özelliklerini bulmak için ilkin öykülerin nasıl bir
şemaya indirgenebileceğini araştırıyor Todorov. Örnek olarak bir öykü alalım.
Genç bir rahibe olan
İsabetta sevgilisiyle hücresindedir. Bunu fark eden öteki rahibeler kıskançlığa
kapılırlar ve İsabetta’yı cezalandırması için baş rahibeyi uyandırmaya
giderler. Ama baş rahibe de bir papazla yataktadır; hemen dışarı çıkması
gerektiği için kendi başlığı yerine papazın donunu kafasına geçirir. İsabetta
kiliseye götürülür; baş rahibe onu azarlamaya başlayınca, İsabetta başındaki
şeyi görür. Bu kanıta herkesin dikkatini çeker, böylece cezadan kurtulur.[3]
Bu
ve buna benzer öykülerin olay örgüsünü ortak bir şemaya indirgiyor Todorov.[4] Bu
şemanın her bir cümlesi anlatının temel birilerinden biridir ve Todorov bunlara
önerme diyor. Bu önermeler en azından bir karakterle onun eyleminden ya da
özelliklerinden oluşur. Şimdi bu temel birimleri dilsel terimlerle açıklarsak,
karakterle öz adlara, eylemleri gramerdeki fillere, nitelikleri ve özellikleri
de sıfatlara tekabül eder. Bu birimlerin çeşitli şekillerde bağlanmaları ayrı
öyküleri oluşturur. Öyleyse, Todorov’a göre, bir öykünün tüm metni, özel adların,
fillerin ve sıfatların birbirine bağlanmasından meydana gelen büyütülmüş bir
cümleye benzer.
Todorov,
karakterlerin niteliklerini (sıfatlarını) da üç gruba ayırdıktan sonra olay
örgüsü tiplerini saptamak amacıyla eyleme geçer ve bunların üç tür fiil altında
toplanabileceğini gösterir. Bu eylemler şunlar: “durumu değiştirmek”, “bir
yasayı çiğnemek”, “ceza vermek ya da vermemek”. Bu eylemlerden hareket ederek,
öykülerin kaç çeşit olay örgüsüne ayrılabileceğini ortaya çıkarabiliriz.
Öykülerin bir kısmı “durum değiştirme”, yani “kişilik değiştirme” ile
ilgilidir. Örneğin, öykünün başında hasis olan bir karakter, arkadaşının
alayları sonucu, bu niteliğini değiştirir ve cömert olur. Bazı öykülerde ise
olay örgüsünü belirleyen öteki eylemlerdir ve bundan ötürü, bu öyküler
yasalarla, kurallarla ve cezalarla ilgili öyküler olur. Böylece, Todorov,
eylemlere (fillere) dayanarak olay örgülerinin çeşitlerini saptayabileceğimizi
iddia ediyor.
Görüldüğü
gibi, Todorov’un amacı öykülerin yorumunu yapmak, anlamını açıklamak değil,
dilsel bakımdan nasıl kurulduklarını açıklamak. Todorov’un yaptığı ile
Jacobson’un şiir hakkında söyledikleri
aynı amaca yönelik: Yazınsallığı saptamak. Burada da anlatının düzenleniş
ilkeleri belirgin kılınıyor, sanki öykülerin röntgeni çekilerek göze görülmeyen
iskelet yapı çıkarılıyor ortaya. Demek ki, yapısalcı gözle bakıldığında,
öyküler bize, yüzeyde görünen insan ilişkilerini, duygularını ya da olayları
değil, tüm anlatı öğelerinin düzenleniş kurallarını belirleyen bir sistemi
açıklamış oluyor.
A.
J. Greimas, Sémantique Structurale (1996)
ve Du Sense (1970) adlı kitaplarında,
yapısalcı yöntemi edebiyata ilk uygulayanlardan oldu. O da, Todorov gibi,
anlatının temel ilkelerini araştırırken, aslında, V. Propp’un başlattığı
yöntemi geliştirmeye ve yönteme daha bilimsel bir şekil vermeye çalıştı. Propp,
ileride göreceğimiz gibi, incelediği masallarda, yedi eylem alanı ya da yedi
rol saptamıştı:
1.
Saldırgan
2.
Bağışçı
3.
Yardımcı
4.
Prenses (aranılan kişi)
5.
Gönderen
6.
Kahraman
7.
Düzmece kahraman
Greimas,
bu yedi rolü daha yapısalcı bir yaklaşımla, birbirine karşıt çiftler halinde üç
çifte indirger: Özne-nesne, gönderici-alıcı, destekleyici-engelleyici. Bunlara
“eyleyen” (actant) diyor Greimas, çünkü bir anlatıda yukarda adları verilen rolleri
üstlenen kişi ya da nesneler, yapısalcı açıdan, psikolojileri ya da
karakterleriyle değil, yaptıkları eylem dolayısıyla önemlidirler. Bir kızla
evlenmek isteyen bir erkeğin serüvenini anlatan bir öyküde, erkek öznedir, kız
nesne rolündedir. Bu işte özneden (Propp buna kahraman diyordu) yana olanların
(ki, bunlar zengin ya da fakir, aptal ya da zeki vb. olabilir), tümüne
destekleyici, olmayanlara da engelleyici diyor Greimas. Önemli olan bunların
masalda, öyküde, romanda ne iş gördükleridir. Örneğin, yukarıdaki öyküde
erkeğin peşinde koştuğu bir kız değil de, bir tarla olabilirdi ve o zaman,
kızın üstlendiği nesne rolünü tarla doldurmuş olurdu. Greimas, Propp’un bulduğu
otuz bir işlevi de yine birkaç temel karşıtlığa indirgemeye çabalar.
Demek
ki, öykülerin yüzeyine bakmakla yetinirsek, bunların ayrı ayrı öyküler
olduklarını, birbirlerinden farklı olaylar ve kişiler sergilediklerini görürüz.
Ama yüzeyi okumakla yetinmez de temel yapıyı araştırırsak, çeşitli olayların
gerçekte birkaç kategoriye, çeşitli kişilerin de değişmez birkaç role
indirgendiğini görürüz. Diğer yapısalcılar gibi, Greimas da tek tek yapıtları
yorumlamak peşinde değil, bu sistemi ayrıntılarıyla saptamak isteğindedir.
Gérard
Genette yapısalcılığı daha ılımlı şekilde kullanır ve roman çözümlemek için
gerekli kavramları çoğaltırken Rus Biçimcilerinin yaptığı fabula-syuzhet[5]
ayrımından yola çıkarak bu buluşu geliştirir. Gerçi bu, bütün
yapısalcıların katıldığı bir ayrıntıdır, ama en çok Genette’nin elinde
incelikle uygulanacak bir şekil alır.
Genette,
bir anlatı metnini çözümlemek için üç düzlem düşünüyor. Bunlardan biri, metinde
yer alan bir olay ya da olaylar dizisidir ki, buna “söylem” (discourse) diyor.
İkincisi, bu olaylar serisinin gerçekte meydana gelmiş olması gereken sıraya
göre dizilmiş halidir ki, buna da “öykü” (histoire) diyor. Yani, yazar
tarafından işlenmemiş haliyle olaylar dizisi. Üçüncü olarak, “anlatım edimi”ni
(narration) ekliyor bunlara. Bununla birlikte, asıl üzerinde durduğu öykü ile
söylem arasındaki bağıntıdır. Çünkü, yazarın, hammadde diyebileceğimiz öyküyü
nasıl işlediğini (söyleme dönüştürdüğünü) bu bağıntıyı inceleyerek
saptayabiliriz. Olaylar söz konusu olduğunda, öykü üç yoldan değişime
uğrayabilir: Düzen, süre, frekans. Düzen, söylem’de olayların zaman diziminin
nasıl değiştirildiğiyle ilgilidir. Yazar sırayı değiştirir, geri dönüşler
yapabilir, ileriki bir olayı daha öne alabilir vb. Süre, öykülerdeki
episodlardan hangilerinin özet olarak anlatılacağı, hangilerinin ayrıntıyla
verileceği konusuna ilişkin bir kavramdır. Başka bir şekilde söylersek, anlatı
süresiyle öykü süresi arasındaki bağıntıyı verir. Üçüncüsü, frekans,
öykülerdeki bir olayın söylem’de bir kez mi, yoksa birkaç kez mi anlatıldığını
araştırır. Bunlardan başka, Genette, bakış açısı, anlatıcı türü gibi sorunlara
da dikkatle eğilir, bunların çeşitlerini ve etkilerini ayrıntılarıyla saptar.
Genette, yapıtında, yalnız kuramsal planda kalmaz; bütün söylediklerini,
yaptığı ince ayrımları Proust’un Yitik
Zaman adlı romanına uygulayarak örneklendirir. Ne ki, romanı yalnız
örneklemek için kullanmaz, aynı zamanda romanın bir çözümünü de gerçekleştirir.
Bu başarısı önemlidir, çünkü yapısalcılar, yöntemlerini daha çok masal, polis
romanı gibi karmaşık olmayan edebiyat türlerine uygulayabilmişlerdir. Genette,
bu yöntemini Yitik Zaman gibi modern,
karmaşık ve ince bir romana uyguladığı için, yapısalcılığa yöneltilen bu
eleştiriye de cevap vermiş sayılmaktadır.
Görüldüğü
gibi, sözünü ettiğimiz üç yapısalcı da dilbilim modelini edebiyata uygulamaya
çalışıyor; ama nasıl uygulanacağı konusunda görüşleri aynı değil. Bununla
birlikte, şu ana ilkeleri tüm yapısalcıların paylaştığını söyleyebiliriz:
1.
Edebiyat incelemesi tek tek yapıtların yorumlanması ya da değerlendirilmesi
değil, edebiyat yapıtlarının tümünün uyduğu sistemin araştırılması demektir.
2.
Bundan ötürü, edebiyatın tarih içindeki gelişimi bir yana bırakılarak, her
şeyden önce eşzamanlılık içinde incelenmesi gerekir.
3.
Edebiyatın eşzamanlılık içinde, kendi başına, bağımsız bir yapı olarak
incelenmesi ise, bu yapıyı oluşturan öğelerin birbiriyle olan bağıntılarının,
yani işlevlerinin saptanması demektir.
4.
Bunu yapmak için de, dilbilimdeki söz’e tekabül eden somut edebiyat
eserlerinden yola çıkarak bunların uyduğu siteme (dil’e) ulaşmak şarttır; çünkü
sistem ile tek tek eserler arasındaki bağıntı, dilbilimde dil ile söz
arasındaki bağıntının benzeridir.
2. YAPISAL ELEŞTİRİ
Edebiyatta
yapısalcılık metnin dünyasına girmeyi amaçlar.
Erek, yazarın değil
yapıtın dünyasına girmektir. Metnin içeriğine tutarlı bir yorum getirebilmek
işinde elimizdeki tek ipucu kendisi, biçimidir. Etrafında dolaşmakla bir sonuca
varamayız. Yapıtın yazarına bile tam açık olmadığını yazarlar söyler.[6]
Varoluşçuluğa
karşı oluşan yapısalcı eleştiri için Sartre, Burjuva ideolojisinin savunmasında en son sığınak” diyor. Yapısalcı
yöntem, dış etkenleri tarihsel oluşumu bir yana bırakarak, yapıt ya da nesneyi
“kendi içinde, kendisi için” inceleme ve çözümlemeye girişir.
Yapısalcılık
konusunda araştırmalar yapan Mehmet Rıfat,
yapısalcı eleştiriyi açık bir anlatımla şöyle belirtiyor:
Taine’in eleştiri
yönteminde eserin incelenmesi ikinci plana atılıyor…
Günümüzde insanın bütün
biyografisini inceleyerek, yazdığı eserin nasıl ortaya çıktığını açıklamayı
amaçlayan bir geleneksel eleştirinin yerini yeni eleştiri almıştır. Eseri,
eserin kendisinde inceleme anlayışı’nı getiren bu yaklaşımda “eleştirinin
görevi, artık şaire ve şiir diline tam olarak güvenerek şiirsel duyarlığın
fışkırmasına eşlik etmek ve onu yeniden canlandırmaktır; bu da zekânın hangi
düşünce çizgisinde ilerleyerek evreni değiştirdiğini ortaya koyan esnek ve
saydam bir yoldur.” Böyle bir eleştiri yöntemi için artık, örneğin Namık
Kemal’in Tanzimat döneminde yaşadığı, bir Sait Faik’in öğrenimi için Avrupa’ya
gittiği ya da Burgaz’da bilmem hangi kadına âşık olduğu önemli değildir. Bu
yönteme göre, Sait Faik’in hayatı ile değil, eserleri “yapısı” ile yorumlanır.
Yapıyı incelemek,
yazarın eserini yazarken düşüncesini nasıl çalıştırdığını ve bu düşüncesine
kâğıt üzerine ne şekilde aktardığını bulmaktır. Yapıyı ortaya çıkarmak demek,
eseri içten tanımak; yüzeyden, görünürden derine, gizliye inmek demektir. Bu
yönteme göre (yapısalcılık) incelenen bir eser, yapısını, kurgusunu ortaya
çıkaran bir şemaya indirgenebilir…
Yapısalcı yöntem için edebiyat
eseri aynen bir organizma gibidir ve her parçanın, bütünün meydana gelişinde
ayrı bir önemi vardır…
Edebiyatın
nesnesi eser olduğuna göre yapılacak iş bu nesneye tutarlı bir yorum
getirebilmektir. Bunu yapabilmek için nesnenin yapısının çözümlenmesi gerekir:
Yapısalcılık, metni
parçalara bölerek parçaları yeni bir düzene göre birbirlerine yaklaştırarak ele
aldığı nesneyi baştan kurmaya uğraşır.[7]
Bunun
pratikte yararı şudur. Tamamlanmış bir metni önce parçalara ayırıp sonra
yeniden kurma eylemi sırasında metinde önceden fark edilmeyen, yüzeysel
okumalardan kaynaklanan gözden kaçmış anlamları bulup onları açığa çıkarmaktır.
İşte bu metinlerin çatısını kuran
görevlerin bulunup düzenlenmesi bir gramer oluşturur.[8]
Kısaca metnin altında yatan yapıyı, grameri, yasaları ortaya çıkarmaktır. Bu
sistem içinde metni oluşturan nesneler kendi başlarına taşıdıkları anlamla
değil öteki öğelerle olan ilişkilerinde kazandıkları anlamla öne çıkarlar.
Onlara anlam kazandıran bu sistem içindeki birbirleriye olan bağlantıları,
ilişkileridir.
Yapısalcılık
da Yeni Eleştiri gibi yorumlama işinde sanatçıyı dışlar, ama farklı nedenlerden
ötürü. Yazarın zihninden geçenleri, amacını bilemeyeceğimiz için değil, hatta
yazarın elinden çıktıktan sonra artık herkesin malı olduğu için de değil.
Nedeni yine Saussure’ün dil anlayışıdır. Söylenen söze anlamı veren dil sistemi
olduğuna göre eseri yorumlamak için sanatçıya değil, eserin anlamını üreten,
anlamlanmayı sağlayan yapıya eğilmemiz gerekir. Yeni Eleştiri eserin tematik
birliğinden, organik yapısından çıkan doğru bir tek anlamı olabileceğini
söylüyordu. Başka bir deyişle, doğru ve tek anlamı garanti eden sanatçının
amacı değil, tutarlı bir bütün olan eserin kendisiydi. Yapısalcılar sanatçıyı,
anlamı belirleyen bir otorite olarak kabul etmedikleri gibi eserin, tek bir anlamı olabileceğini de reddederler.
Sözcükler gibi metinler de birkaç anlama gelebileceği için çok anlamlıdırlar.
Yapıtla
dil arasında sıkı bir ilişki kurularak değerlendirmelere gidilen yapısalcı
eleştiri için Tahsin Yücel, şu özet
açıklamalarda bulunuyor:
Kökeni dil olan alanlar
üzerinde verilen örneklerin gene aynı kökene dayanan yazın yapıtına kolaylıkla
uygulanabileceklerini söylemek bile fazla. Üstelik, bir süredir başarıyla
uygulanmaya başladığı, böylelikle eleştiri alanında büyük bir gelişme sağladığı
da bilinen bir gerçek. Ama bu örnekler ancak bir başlangıç noktasını
gösteriyor. Araştırıcının temel işi bundan sonra başlar. Bu iş de ortaya
çıkarılmış bütün bağıntıları göz önüne alarak yazın yapıtını eleştiri düzeyinde
yeniden düzenlemek, yeniden kurmaktır. Bu yeniden düzenleme aynı zamanda
yapıtın açıklaması olacaktır…
Gürsel Aytaç da,
yapısalcı eleştiride, edebiyat incelemelerinin dilbilimsel çalışmalardan
başlamakla, bazı eğilimler ortaya çıkarmaktan öteye gidemediğini söylüyor.
Ayrıca Aytaç, Barthes’in, okuyucu için ilginç olan imaj
bağlantılarının nasıl meydana geldiğine önem verdiğini; Todorov’un gramatik kategorilerle figürlerin ve olayların mantığını birbirine
bağlamaya çalıştığını vb. belirtiyor.
Yapısalcı
eleştiri değerlendirici değildir; Yeni Eleştiri gibi edebiyatın kazandırdığı
yaşantının değeri üzerinde durmaz, içerik olarak dış dünya ve yaşam ile
ilgilenmez. Daha doğrusu, içerik, yapısalcılara göre anlamı üreten yapıtın
kendisinden ibaret olduğu için bu yapıyı çözümlemeye yönelir.
Bu
tür yaklaşıma örnek olarak Vladimir Propp’un Rus peri masalları üzerine yaptığı
incelemeyi gözden geçirmek yararlı olacaktır. Gerçi Propp, Rus Biçimciliği
döneminde vermiştir ürünlerini, ama kitabı yapısalcı bir anlayışla yazılmış ve
yıllar sonra, anlatı türlerinin yapısına eğilen Fransız yapısalcılarına bir
çıkış noktası sağlamıştır.
İncelediği
yüz Rus peri masalından çıkardığı sonuçları Masalların
Biçimbilimi (1928) adlı eserinde yayımlayan Propp, her şeyden önce şunu
kanıtladı: Masalların görünüşteki çok çeşitliliği altında, değişmeyen ortak bir
yapı vardır. Masallardaki kişilere bakarsak bunların çok çeşitli olduğunu
görürüz, ama Propp, bu kişilerin eylemlerine baktığımızda bunların sayısının
sınırlı olduğunu ve 31’i geçmediğini keşfetti. “İşlev” adını verdiği bu 31
eylem, olay örgüsünü meydana getiren birimlerdir ve şu sırayı izlerler:
1.
Aileden biri evden uzaklaşır.
2.
Kahraman bir yasakla karşılaşır.
3.
Yasak çiğnenir.
4.
Saldırgan bilgi edinmeye çalışır.
5.
Saldırgan kurbanıyla ilgili bilgi toplar.
6.
Saldırgan kurbanını ya da servetini ele geçirmek için, onu aldatmayı dener.
7.
Kurban aldanır ve böylece istemeyerek düşmanına yardım etmiş olur.
8.
Saldırgan aileden birine zarar verir.
9.
Kötülüğün ya da eksikliğin haberi yayılır; bir dilek ya da buyrukla kahramana
başvurulur, kahraman gönderilir ya da gider.
10.
Arayıcı-kahraman eyleme geçmeyi kabul eder.
11.
Kahraman evinden ayrılır.
12.
Kahraman büyülü bir nesneyi ya da yardımcı edinmesini sağlayan bir sınama ile
karşılaşır.
13.
Kahraman ilerde kendisine bağışta bulunacak kişinin eylemlerine tepki gösterir.
14.
Büyülü nesne kahramana verilir.
15.
Kahraman, aradığı nesnenin bulunduğu yere ulaştırılır.
16.
Kahraman ve saldırgan bir çatışmada karşı karşıya gelir.
17.
Kahraman özel bir işaret edinir.
18.
Saldırgan yenik düşer.
19.
Başlangıçtaki kötülük giderilir ya da eksiksiz karşılanır.
20.
Kahraman geri döner.
21.
Kahraman izlenir.
22.
Kahramanın yardımına koşulur.
23.
Kahraman kimliğini gizleyerek kendi ülkesine ya da başka bir ülkeye varır.
24.
Düzmece bir kahraman asılsız savlar ileri sürer.
25.
Kahramana güç bir iş önerilir.
26.
Güç iş yerine getirilir.
27.
Kahraman tanınır.
28.
Düzmece kahramanın, saldırgan ya da kötünün gerçek kimliği ortaya çıkar.
29.
Kahraman yeni bir görünüm kazanır.
30.
Düzmece kahraman ya da saldırgan cezalandırılır.
31.
Kahraman evlenir ve tahta çıkar.
V.
Propp’un bulduğu 31 işlevin hepsi de bir tek masalda yer almaz, bir kısmı yer alır, ama sıra değişmez. Masallarda bize farklı
görünen kişiler ve olaylar, gerçekte işlevleri açısından sınırlıdırlar.
Sözgelimi bir masalda “Ormanın yiğit insanları, kahramandan kendilerine üç yıl
süreyle hizmet etmesini isterler”; başka bir masalda, “bir alma ağacı, bir
ırmak, bir soba ona (kahramana) oldukça sıradan bir yiyecek sunarlar”; bir diğerinde
“ejderha ona ağır bir taşı kaldırmasını buyurur” (s.48) Bu olaylar birbirinden
tamamen farklı görünüyorlar, ama aslında 12. işlevin (sınama’nın) değişik
biçimleridir. Her birinde önemli olan kahramanın sınanmasıdır ve kahraman bu
sınamadan başarıyla çıkarsa kendisine büyülü bir nesne bağışlanır. O halde
buradaki yiğitler de, ağaç, ırmak, soba da, ejderha da sınama işlerini yerine
getiren bağışçılardır. Görüldüğü gibi Propp karakterlerin kendi kişisel
nitelikleriyle psikolojileri, mevkileri, cinsiyetleri ile değil işlevleriyle
ilgileniyor, çünkü masallardaki kişiler, hayvanlar ve nesneler sadece belli bir
işlevi yerine getirsin diye masala konmuşlardır.
Gerçi
31 işlev saydık, ama Propp bunların kendi aralarında bazı alanlara göre
kümelendiklerine işaret eder. “Bu alanlar işlevleri yerine getiren kişilere
uygun düşen eylem alanlarıdır” (s.83).
Yedi eylem alanı saptıyor Propp; öyleyse bunlara uygun düşen kişiler de
yedidir. Başka bir deyişle, 31 işlevden birkaçı aynı kişiye düştüğü için (çoğu
kahramana) masallarda dağıtılacak rollerin sayısı yediyi geçmez.
1.
Saldırgan (ya da kötü kişi)
2.
Bağışçı
3.
Yardımcı
4.
Prenses
5.
Gönderen
6.
Kahraman
7.
Düzmece kahraman.
Propp
masalların güzelliği, yorumu ya da anlamı üzerinde hiç durmuyor, çünkü onun
araştırdığı, bir anlatı türünün yapısı. Ve incelemesi sonucu Rus peri masalları
hakkında şu dört yasayı ortaya koyar Propp:
1.
Kişiler kim olursa olsun ve işlevler nasıl gerçekleştirilirse
gerçekleştirilsin, masalın değişmez, sürekli öğeleri, kişilerin işlevleridir.
İşlevler masalın temel oluşturucu bölümleridir.
2.
Olağanüstü masalın içerdiği işlevlerin sayısı sınırlıdır.
3.
İşlevlerin dizilişi her zaman aynıdır.
4.
Bütün olağanüstü masallar yapıları açısından aynı türe bağlanırlar. (s.31-33)
Üç
biçimci yöntem olarak Yeni Eleştiri, Rus Biçimciliği ve Yapısalcılık
yöntemlerini kısaca karşılaştıracak olursak: Üç yöntem de edebiyatı edebiyat
olarak ele almak ister, ama Yeni Eleştiri’nin amacı tek tek eserlere yönelerek,
o eserin içindeki saklı (derin) anlamı ortaya çıkarmak, Rus Biçimcileri ve
Yapısalcılar ise bir tek metni çözümlemek yerine, o metnin başka metinlerle
ilişkisini araştırarak yazınsal gelenekleri, yerleşmiş kalıpları, tekrarlanan
olay örgülerini ve işlevleri saptamaya çalışırlar. Ne ki Rus Biçimcileri
edebiyatı incelemenin, kendine özgü yöntemiyle, kendi başına ayrı ve özgün bir
bilim olduğuna inanıyorlardı. Yapısalcılar ise özgün bir yöntem aramak gereğini
duymazlar, dilbilim modelini örnek olarak almaktan yanadırlar, çünkü edebiyat
da bir göstergeler sistemidir ve üstelik dilsel olduğu için, sistemi de,
temelde, dilin sistemine uyacaktır.
Türkiye’de
yapısalcılık ile ilgili ilk akademik çalışmayı yapmış olan Tahsin Yücel[9], Yapısalcılık adlı kitabında bu kuramın
dayandığı altı temel yönelimi şu şekilde özetler:
1.
ele alınan nesnenin kendi başına ve
kendisi için incelenmesi;
2.
nesnenin kendi öğeleri arasındaki bağıntılardan oluşan bir dizge olarak ele alınması;
3.
söz konusu dizge içinde her zaman işlevi göz önünde bulundurma ve her olguyu
bağlı olduğu dizgeye dayandırma zorunluluğunun sonucu olarak, nesnenin
artsüremlilik içinde değil, eşsüremlilik içinde ele alınması;
4.
bunun sonucu olarak, köken, gelişim, etkileşim, vb. türünden artsüremsel
sorunlara ancak nesnenin elden geldiğince eksiksiz bir çözümlemesi yapıldıktan
sonra ve bunların da dizgesel olarak ele alınmalarını sağlayacak yöntemler
geliştirilebildiği ölçüde yer verilmesi;
5.
nesnenin kendi başına ve kendisi için incelenmesinin
sonucu olarak, doğaötesel (metafizik)
değil, özdekçi (materyalist) bir
tutum izlenmesi;
6.
bu yaklaşımın felsefi, siyasi ya da sanatsal bir öğreti değil, tutarlı bir
çözümleme yöntemi olmaya yönelmesi, dolayısıyla düşüngüsel yaklaşımla bir
ilgisi bulunmaması.
3. EDEBİYATTA
YAPISALCILIĞIN UYGULAMALARI
Bir şiire yapısal bir açılım getirmek, şiiri oluşturan her ögenin kendi
bünyesinde bir anlam barındırdığını, aynı zamanda farklı imgelerin şiir
bünyesinde bulunduğunu görmek anlamına gelir. Yapısal bir açılımla ortaya
çıkarılmak istenen bu farklı imgelerin nasıl bir araya getirildiği, bu bir
araya gelişten doğan yeni imgeler, anlamlar dünyasını açığa çıkarmaktır.
Bununla birlikte imgelerin anlamlarının birbirleriyle olan ilişkilerinin sonucu
oluşan yeni anlamlar şiir dilinin yapısını oluşturur. İmgeler özdekliğin
ötesinde ilişkisel bir anlam sunarlar. Yani imgeler varlıkları ve bir araya
gelişleri ile birbirlerini tanımlar ve tamamlarlar. Behçet Necatigil’in Kilim şiiri bu tanımlama ve
tamamlama için oldukça iyi bir örnektir. Şair, üzüm çöpleri, armut sapları,
mavi ve beyaz isterken kara, paslı borulardan katran, soba zifiri… yaşadığı
zamanı ve hayatı kötü malzemelerle dokunmuş kilimle imgeleyip tanımlarken,
kızgınlığını ve öfkesini şiirin bütününde sert sessiz harfleri yoğun
kullanımıyla ve bunu ” Çok çiğ” tekrarlarıyla güçlendirerek tamamlıyor.
Yahya
Kemal’in Rindlerin Ölümü şiirinde yer
alan,
Ve serin serviler
altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar,
her gece bir bülbül öter
beytine
baktığımızda metni (nesne) oluşturan öğelerin tek başlarına lügat anlamları
dışında bir anlam taşımadıklarını görürüz. Fakat bu öğelerin kendileri gibi
öteki öğelerle olan ilişkileri, bağlantıları şiirin yapısının ortaya çıkmasına
hizmet eder. Serin kelimesinin servi ve kabir kelimesi ile olan ilişkisi bu türden bir ilişkidir. Seher, gül, gece, bülbül kelimeleri de
bu beytin unsurlarındaki istifin gramerini verirler.
Divan
şiirinde yazılan aşk konulu bütün gazeller bu yöntemle incelendiğinde bu
edebiyattaki aşk kavramının gramerini çıkartabiliriz.
Kavramın Öznesi
|
Kavram
|
Kavramın Nesnesi
|
Kavramın Halleri
|
Âşık
|
Aşk
|
Mâşuk
|
engel+ıstırap+kavuşamama
|
Bu
grameri okumaya çalışırsak: Divan
şiirinde aşk bir üst kavramdır. Âşık bu kavramın öznesi, mâşuk da nesnesi
durumundadır. Bir bakıma özne olan âşık duygusal eğilimini nesne üzerinden
kavrama yöneltir. Yani burada asıl olan şey bir nesneye değil aşk’a âşık
olmaktır. Nesne (mâşuk) ise bu yapı içinde edilgen durumdadır ve onun da
eğilimi, yönelimi özneye değil onun üzerinden aşk kavramınadır. Aşkın bu iki
figür arasındaki halleri ise metinlerin ayrıntılarını oluşturur. Âşığın (özne)
acı çekmesi, mâşuğun özneye yüz vermemesi, onu görmezden gelmesi, yanına
yaklaştırmaması, istinga göstermesi, vb. oyunlar iki sevgilinin kavuşmaması
için kurgulanan küçük fakat gerekli oyunlardır.
Aynı
çalışma Türk halk masallarında, destanlarda, modern öykülerde, roman ve
şiirlerde de yapılabilir. Bu gramerin ortaya çıkarılması eseri anlamamıza
yardımcı olur.
Yapısal çözümleme ve
yöntem kuramlarının tamamının amacı halkbilim türlerini evrensel modellere ve
formüllere indirgeyerek ve böylece zamanla oluşturulacak bir folklor grameri
sayesinde evrensel bazda mukayeseli çalışmaları daha kolay gerçekleşir kılarak
insanlığın kültürel ve zihni gelişimini anlayıp açıklayabilmektir.[10]
Yapısalcılığın
halkbilimi sahasında uygulaması iki önemli yöntemi doğurmuştur. Bunlardan
birincisi kahraman biyografisinin grameri
diğeri Rus araştırmacı Propp’un masallara ve Lévi-Strauss’un da mitlere
uyguladığı yapısal çözümleme biçimleridir.
3.1.
Kahramanın Biyografisini Çözümleme: Bu yöntemin amacı masal, destan, halk
hikayesi ve efsanelerde yer alan kahramanların ortak özelliklerini ortaya
çıkararak bunların ışığında temel bir karakter inşa etmektir.
Bu
konudaki ilk deneme Alman halkbilimci Johann George von Hahn tarafından 1864
yılında yapılmıştır. Hahn, çeşitli anlatılarda yer alan kahramanların basit bir
gramerini çıkarmakla işe başlar.
“Perceus, Hercules,
Oedipus, Amphion ve Zenta (ikizler), Leucestus ve Parrhaus (ikizler), Romulus
ve Romus (ikizler), Dietrich, Wolfdietrich, Siegfried, Cyrus, Keyhüsrev, Karna
ve Krishna” dan oluşan 14 kahramanın biyografisinden hareketle 16 maddeden
oluşan bir kahraman formülü ortaya çıkarır. Onu Otto Rank, Lord Raglan, Eric
Hobsbawm vd. izler. Kahramanın biyografisinin gramerini çıkarmak benzer başka
metinlerin yapısal açıdan çözümlemelerine yardımcı olur. Bu konuda Özkul
Çobanoğlu’nun yöntem uygulamalarını zikretmek yerinde olacaktır. Kıbrıs Türk halk
kahramanlarının yanı sıra Çakırcalı Mehmet Efe, Oğuz Kağan ile Ertöştük’e
uyguladığı kahramanın biyografisinin gramerini çıkarma yöntemi bu alandaki
başarılı örneklerdir.[11]
Kendi
edebiyatımızdan örnek verecek olursak Keloğlan masallarını inceleyerek Keloğlan’ın
karakterini oluşturan özellikleri bir gramer halinde ortaya koymak ve ondan
sonra ortaya çıkan bu kalıp çerçevesinde öteki masal kahramanlarıyla mukayeseli
araştırmalar yapılabilir.[12]
3.2. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Paramparça Şiirini Okuma Denemesi:
PARAMPARÇA
Ağaç
bütün
Işık
bütün
Meyve
bütün
Benim
dünyam paramparça.
Büyük
bir ayna kırılmış
Kırılıp
yere dökülmüş
Kainat
içine düşmüş
Düşmüş
amma paramparça.
Yaprak
yaprak yapıştırdım
Diyar
diyar dolaştırdım
Bir
alevdir tutuşturdum
Yandım
amma paramparça.
İlk
aşamada biz Bedri Rahmi’nin bütün şiirlerinin gramerini çıkarmayı değil sadece Paramparça şiirinin gramerini,
-yapısını, dizgesini- çıkarmayı düşündüğümüzden dikkatimizi sadece bu metin
üzerine yoğunlaştıracağız. İkinci ilke metni eşzamanlı olarak incelemektir.
Metnin diacronic (artzamanlı) incelenmesi onu tarihsel bir nesne yapacağından
bakışımızı o taraftan çevireceğiz demektir. Üçüncü husus nesneyi oluşturan
parçaların birbirleriyle olan ilişkisini (karşıtlığını) incelemektir.
Metin
bütün-parça karşıtlığı üzerine kurulmuştur.
Özne
|
Durum
|
Nesne
|
Durum
|
Ben
|
Paramparça
|
Dünya, Ağaç, Işık, Meyve, Ayna
|
Bütün
|
|
|
Ayna
|
Paramparça
|
|
|
Ayna
|
Bütün
|
Şimdi bu şemanın anlam dizgesini kurmaya çalışalım.
Ağaç, ışık, meyve doğaya ait
unsurlar bütün, özne paramparçadır.
Büyük bir ayna kırılmış, çevreye
yüzlerce görüntü kırığı saçılmıştır, ayna paramparçadır. Özne bu kırığı onarmak
ister. Yaprak yaprak yapıştırır, diyar diyar dolaştırır, alev gibi tutuşturur
fakat yine özne yanar, paramparça olur. O halde bu metni (nesne) anlamlı bir
dizge olarak okursak özne dış ve iç etkenlerin tesiri ile paramparça bir ruh
hali içindedir, denebilir. Bu metnin anlam dizgesi böyle özetlenebilir. Bedri
Rahmi’nin bütün şiirlerini inceleme fırsatı bulup onların bir gramerini
oluşturma imkanımız olsaydı ortaya yine buna benzer bir dizge tanımı çıkacaktı.
Yapısalcıların metnin dizgesini bulma konusundaki tercihi bir türün mesela
masallar, mitler destanlar, gazeller vs. bütün metinlerinin motiflerini
çıkararak bir yapı şeması ortaya çıkarmaktır.
Yapısalcılık
metnin yüzeyindeki anlamı değil yazarın söz’den
hareketle oluşturduğu derin anlamı bulmaktır. Halk hikâyelerinin, mesnevilerin
derin anlamı hayatta hiçbir şeyin kolay ve bedelsiz elde edilemeyeceği;
zorlukların, engellerin aşılması gerektiğidir. Bu bakımdan bir metnin anlamı
bir büyük cümle olarak kabul
edilebilir. Ali camı kırdı basit bir
cümledir. Burada öznenin, nesnenin işlevi söz konusudur. Ali’nin camı kırma
eylemini nasıl yaptığı açık değildir. İşte cam
ve kırma öğeleri ister istemez
taş unsurunu beraberinde getirecektir. Fakat eğer bu cümle Ali camı taşla kırdı şeklinde olsaydı
metin bir dizge unsuruna daha kavuşacaktı. Böylelikle bir parçanın öteki
parçalarla bağlantısı daha rahat bir biçimde ortaya konmuş olacaktı. Her bir
öğenin niteliği ve işlevinin artması metnin derin yapısını daha rahat
çözümlememize yardımcı olacaktır.
4. YAPISALCILIĞIN
ELEŞTİRİSİ
Yapısalcılık
bireyi bir kenara ittiği, edebiyatın gizlerine bir klinik soğukluğuyla
yaklaştığı ve sağduyuyla açıkça bağdaşmadığı için edebiyat kurumunda infial
yarattı.
Yapısalcılıktaki
öğreti, herhangi bir sistemin tekil birimlerinin, ancak kendi aralarındaki
ilişkilerle anlam kazandıkları inancıdır. Bu inanç, nesnelere yapısal olarak bakmak gerekir nevinden
basit bir yaklaşımın sonucu değildir. Bir şiiri bir yapı olarak incelediğini halde her bir öğesini kendi içinde az çok
anlamlı görebilirsiniz. Şiir belki de hem güneş hem de ay imgesi içeriyordur,
siz de bu iki imgenin bir yapı oluşturacak şekilde nasıl bir araya
getirildiğiyle ilgileniyorsunuzdur. Ama kartvizitinize yapısalcı yazdırmak
için, her imgenin anlamının bir başka imgeyle ilişkisinden ibaret olduğunu
iddia etmeniz gerekir. İmgelerin tözel değil
sadece ilişkisel bir anlamı vardır.
Şiirin dışına çıkıp güneşler ve aylar hakkında bildiklerinize başvurmanız
gerekmez; bu iki imge, birbirlerini açıklar ve tanımlarlar.
Bunu
basit bir örnekle göstermeye çalışır Terry Eagleton[13]:
Babasıyla kavga
ettikten sonra evi terk eden bir oğlan çocuğunun öğlen sıcağında ormanda
gezmeye çıkıp, derin bir kuyuya düştüğü bir hikâyeyi analiz
ettiğimizi düşünelim. Baba oğlunu aramaya
çıkar, kuyuya eğilip bakar, ama karanlık yüzünden oğlanı göremez. Tam o esnada
güneş yükselir ve ışınlarıyla kuyunun derinliklerini aydınlatarak babanın
oğlunu kurtarmasını sağlar. Sevinçle birbirlerini sarılıp barıştıktan sonra
beraber eve dönerler.
Yapısalcı
bir eleştirmen bu hikâyeyi diyagramlarla şematize edecektir. Anlamlandırmanın
(signification) ilk birimi olan çocuk
babasıyla kavga eder cümlesi, aşağıdaki,
yukarıdakine başkaldırır şeklinde yeniden yazılabilir. Çocuğun ormanda
yürümesi dikey aşağı/yukarı ekseninin
tersine yatay eksende yapılan bir harekettir ve orta olarak adlandırılabilir. Kuyuya, yani yerin altındaki bir yere
düşmek aşağı’ya, güneşin yükselmesi
ise yukarı’ya karşılık gelir. Güneş
kuyuyu aydınlatarak bir anlamda aşağı’ya
yönelmiş ve böylece anlatının, aşağı’dakinin
yukarı’dakine başkaldırdığı ilk
anlamlandırıcı birimini tersine çevirmiştir. Baba ile oğlun barışması aşağı ile yukarı arasındaki dengeyi yeniden kurar, orta’yı temsil eden eve dönüş yürüyüşü de gayet uygun olan bu orta
hale ulaşılmış olduğuna işaret eder. Yapısalcı, zafer coşkusu içinde
cetvellerini derleyip toparlar ve bir sonraki hikâyeye geçer.
Bu
analizin dikkate değer yanı, tıpkı Biçimciliğin yaptığı gibi, hikâyenin fiili içeriğini paranteze alarak tamamen biçim
üzerinde yoğunlaşmasıdır. Baba ile oğul, kuyu ile güneş unsurlarının yerine
bütünüyle farklı unsurlar koyup yine aynı
hikâyeyi elde edebilirsiniz. Birimler arasındaki ilişkilerin yapısı korunduğu sürece hangi unsurları seçtiğiniz
önemli değildir.
Hikâyenin
unsurları arasında koşutluk, karşıtlık, tersine çevirme, eşdeğerlik vs. gibi
ilişkiler olabilir; bu içsel ilişkiler yapısı bozulmadığı sürece tek tek
unsurlar birbirlerinin yerine konabilir. Bu yöntemle ilgili olarak üç noktaya
daha dikkat çekilebilir:
1.
Yapısalcılık için bu hikâyenin büyük bir edebiyat numunesi olması önemli
değildir. Yöntem, nesnesinin kültürel değerine gayet kayıtsızdır: Bu açıdan Savaş ve Barış da Savaş Çığlığı da iş görür. Yöntem, değerlendirici değil,
analitiktir.
2.
Yapısalcılık, sağduyuyu hedef alan hesaplı bir saldırıdır. Hikâyenin bariz anlamını reddeder ve bunun yerine
hikâye içinde yüzeyde görünmeyen belli derin
yapıları yalıtmaya çalışır. Metni göründüğü şekliyle kabul etmez, onu gayet
farklı bir nesneye dönüştürür.
3.
Metnin içindeki belirli içerikler birbirlerinin yerine konabiliyorsa, anlatının
içeriği anlatının yapısıdır demek de
anlamlı olabilir. Bu da anlatının bir anlamda kendisiyle ilgili olduğunu iddia
etmekle aynı kapıya çıkar.
4.1.
Yapısalcılığın Kazanımları: Yapısalcılık, ilk olarak edebiyatı
merhametsizce gizeminden arındırmıştır. Greimas ve Genette’den sonra üçüncü
dizede kılıçların şıkırtısını duymak ya da The
Hollow Men[14]’i
okuduktan sonra bir korkuluk olmanın ne menem bir şey olduğunu hissetmek
zorlaşmıştır. Edebiyat eserini de bütün diğer dil ürünleri gibi bir inşa olarak kabul eden ve bu inşayı
meydana getiren mekanizmaların da diğer bütün bilimlerin nesneleri gibi
sınıflandırıp incelenebileceğini fark eden bu eleştiri, gevşek öznel gevezelikleri
bertaraf etmiştir. Şiirin tıpkı insan gibi canlı bir özü, incelemeye tabi
tutmanın saygısızlık sayılacağı bir ruhu olduğu yolundaki Romantik önyargının
maskesi acımasızca düşürülerek, örtük bir teolojiden, edebiyatı bir fetişe
dönüştürüp, doğal bir hassasiyet
sahibi eleştirel elit zümrenin otoritesini pekiştiren, rasyonel araştırmaya
karşı duyulan hurafeyle karışık bir korkudan ibaret olduğu gösterilmiştir.
Dahası, yapısalcı yöntem, edebiyatın benzersiz bir söylem biçimi olduğu
iddiasını da üstü kapalı olarak sorgulamıştır. Sir Philip Sidney’den olduğu
kadar Mickey Spillane’den de aynı derin yapılar çıkarılabildiğine göre,
edebiyata ontolojik olarak ayrıcalıklı bir statü atfetmek artık kolay değildi.
Yapısalcılık,
gerçeklik ile bizim gerçeklik deneyimimizin birbirlerinden farklı oldukları
inancının modern vârisidir; bu haliyle de dünyanın kendi denetimlerinde
olmasını, bir tek kendi anlamlarını yüzeyde taşımasını ve onlara kendi
dillerinin lekesiz aynasını vermesini isteyenlerin ideolojik güvenliğini tehdit
eder. Yapısalcılık, Freud gibi en mahrem deneyimimizin bile bir yapının sonucu
olduğu şeklindeki şoke edici hakikati gösterir.
Roman
Jacobson ve Claude Lévi-Strauss, 1962’de, Charles Baudelaire’in Les Chats şiirinin, sonraları yüksek
yapısalcı pratiğin klasiği haline gelen bir analizini yayımladılar. Bu yazıda
insana afakanlar bastıran bir kılı kırk yarmacılıkla şiirin anlamsal,
sözdizimsel ve fonolojik düzeylerinden, tek tek sesbirimleri (phonemes) bile
kapsayan bir eşdeğerlikler ve karşıtlıklar dizisi çıkartılıyordu. Ama Michael
Riffaterre’in bu eleştiriye verdiği meşhur cevabında işaret ettiği gibi,
Jacobson ve Lévi-Strauss’un saptadıkları bazı yapıları en dikkatli okur bile
fark edemezdi. Üstelik analizde okuma süreci hiç hesaba katılmıyordu: Metne
eşzamanlı olarak, zaman içindeki bir hareketten ziyade mekân içindeki bir nesne
gibi yaklaşılıyordu.
5. SONUÇ
Yapıların
algılanması ve tasvir edilmesiyle ilişkili olan dünya ile ilgili bir düşünüş
şeklidir. Yapısalcılar her hangi bir durumda ortaya çıkan her öğeye ait unsurun
kendiliğinden bir anlamı olmadığını, bu öğelerin ancak diğer unsurlarla
birleştirildiğinde bir anlam ifade edeceğini iler sürdüler. Herhangi bir
varlığa ait bütüncül anlam söz konusu varlığın biçimini oluşturan parçaların
yapısıyla karşılıklı etkileşime sokulmadıkça algılanamaz. Yapısalcılar beşeri
faaliyetlerin tamamının belirli yapılardan oluştuğuna, özlerden veya
doğallıklardan meydana gelmediğine inandılar.
Kısaca
özetlersek, önemli olan organizasyon sistemidir. Biz yapının içindeki seçmeye
dayalı kalıplardan söz ediyoruz. Bunu formülleştirirsek, anlatı aksiyonlarında
geçen ve birilerinin bıçakla bezelye yiyemeyeceği gibi herhangi bir faaliyet
farklılık sistemi içinde yer alır ve bu hareket sistem içindeki olası diğer
faaliyetler içinde değerlendirildiği zaman bir anlam ifade eder. Claude
Lévi-Strauss, A. J. Greimas, Roland Barthes, Ferdinand de Saussure, Viladimir
Propp ve Terence Hawkes yapısalcı anlayışın başlıca temsilcileridir.
Yapısalcı analiz, esere bir göstergeler sistemi
olarak bakmanın ötesinde bu göstergelerin birleşip anlama dönüşmesini sağlayan
temel yasalar kümesini yalıtmaya çalışır. Bu analizde hedeflenen amaç iki temel
üzerinde ifade edilebilir: Ele aldığı eserin, G.
Genette’nin deyimiyle, iskeletini
ortaya çıkararak o yazıyı betimler ya da eserin aracılığı ile (ve ona benzeyen
başka çalışmalara dayanarak) edebiyatın özelliğini, yapılarını bulmaya çalışır.
Son
olarak Terry Eagleton şunu sorar: Yapısalcılık
mevcut pratiğe başvurup onu inceleyebilir; ama “Başka bir şey yap,” diyenlere
cevabı nedir?
6. EK
6.1. Roland Barthes: Göstergebilimin
kurucu isimlerinden biridir. Yapısalcılık, göstergebilim ve psikanalizmin etkilerini birleştiren, kendine özgü bir
edebiyat eleştirisi geliştirmiştir. Barthes, Saussure’cü dilbilimin tezlerini
göstergebilime taşımaya çalışır. Çünkü, belli bir noktadan sonra her şey, onun
için gösterge dizgeleri olarak okunabilecek bir görünüm alır. Günlük hayattaki
rastgele öğelerden, yüksek sanat yapıtlarına kadar her şey bir gösterge olarak
analiz edilebilir ve edilmelidir. Onun göstergebilim anlayışı, bu noktada, bu
gösterge dizgelerini anlamak, işleyiş yapılarını çözmek ve dolayısıyla anlam
dünyasının yapısını açıklama çabasından ileri gelir.
Roland
Barthes, yapısalcılık ve post-yapısalcılık arasında köprü oluşturan kavramları
ve kuramı ile edebi çözümlemeler içinde öne çıkmıştır. Her ne kadar, arasında Çağdaş Söylenler’in de yer aldığı erken
dönem yazılarıyla daha çok bilinse de, edebi çözümlemelere yeni araştırma
konuları sunan daha sonraki yapıtları da diğerleri kadar önemlidir. İdeoloji, gösterge ve metin kavramlarına
ilişkin görüşleri zaman içinde değişmiş ancak bu kavramlar onun temel sorunları olarak önemini korumuştur.
1976’da
Collége de France’da edebiyat göstergebilimi alanında ilk kürsü başkanı
olmuştur.
6.2.
Mikhail Bakhtin: Çalışmaları Marksizm, Yapısalcılık (özellikle dilbilim),
Göstergebilim alanlarıyla hem etkileşim halinde olmuş hem de bu alanları
dolaylı ya da dolaysız etkilemiştir.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında Jacobson, Tinianov,
Tomaşevski gibi Rus Biçimcilerinden etkilenmiş ve onların yazgılarına ortak
olmuştur. Yaşamı boyunca kendi imzasıyla ancak iki yapıtı yayımlanabilen
Bakhtin’in, izleyicileri olan Medvedev ile Voloşinov’un adlarını da kullandığı
öne sürülmekte ve özellikle Voloşinov’un Marksizm
ve Dil Felsefesi kitabı ona mal edilmektedir. Dil felsefesiyle çok yakından
ilgilenen Bakhtin, bu yapıtta oldukça geniş kapsamlı bir dilbilimsel
çözümlemeye de girişmiş; yaşadığı dönem içinde metodolojik yönden en üst
düzeyde bir yetkinliğe erişmiştir.
Burada en can alıcı nokta Bakhtin’in diyalog ve
monolog içinde tek bir sözcüğün farklı durumlarını saptamasıdır. Çağdaşları
genellikle bir cümlenin sınırları içinde kalırken onun çözümlemesi söylem kavramını ortaya atmaktadır. Bakhtin için söylem kadar söylemin
oluşum koşulları da çok önemlidir. Bu saptama dilbilim ve göstergebilim
bağlamında sözün gerçekleşim süreciyle, sözceleme (enunciation) olgusuyla
ilgilidir. Bu süreç anlatım ayrılıklarını bir yana bıraktıktan sonra üç temel
veriyi içerir: İki konuşucudan her ikisinin de paylaştığı ve her ikisi için de
geçerli olan bir değerlendirme biçimi. Dilsel bildirişimin gerçekleşmesi için
bu üç koşulun üçünün de gerekli olduğunu savunanlara göre sözceleme ya da sözce
(utterance) üretme ediminin (performance) ayırıcı nitelikleri ile dilsel
bildirişimin ayırıcı nitelikleri özdeştir. Bundan da –Bakhtin’e ait olduğuna
inanılan- Marksizm ve Dil Felsefesi adlı
yapıtta belirtilen şu sonuçlar çıkar: Hiçbir sözce, yalnızca söyleyene bağlı
kalmaz; söyleyenle dinleyen arasındaki karşılıklı etkileşim sonucunda oluşur.
Her söylem, belli bir kültürel çevrede üretilmiş ve üretilmekte olan tüm
söylemlerle bağıntılıdır ve bağımsız söyleyen bulunmadığı gibi, bağımsız söylem
de olmaz.[15]
7. KAYNAKÇA
Moran,
Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri,
Cem Yayınları, 8. Baskı, İstanbul 1991.
Eagleton,
Terry, Edebiyat kuramı-Giriş, Çev.
Tuncay Birkan, ayrıntı Yayınları, İstanbul 2004.
Bayrav,
Süheyla, Dilbilimsel Edebiyat Eleştirisi,
Multılıngual, İstanbul 1999.
Kolcu,
Ali İhsan, Edebiyat Kuramları(Tanım-Tenkit-Tahlil),
Salkımsöğüt Yayınları, 3. Baskı, Erzurum, Temmuz 2010.
Çobanoğlu,
Özkul, Halkbilim Kuramları ve Araştırma
Yöntemleri Tarihine Giriş, Akçağ Yayınları, 3. Baskı, Ankara 2005.
İnal,
Ayşe, Roland Barthes: Bir Avant-Garde
Yazarı
Okuyucuya Not: Bu yazı ancak bir derleme niteliğindedir.
[1] Biçimcilik ve modern
yapısalcılık arasındaki en önemli bağı, Rus Biçimcileri’nden biri olan
dilbilimci Roman Jacobson kurmuştur. Jacobson 1915’te kurulmuş Biçimci bir grup
olan Moskova dilbilim Çevresi’nin lideriydi ve 1920’de Prag’a göç ederek Çek
yapısalcılığının en önemli kuramcılarından biri oldu. Prag Dilbilim Çevresi
1926’da kuruldu ve İkinci Dünya Savaşı patlak verene kadar yaşamını sürdürdü.
Jacobson bu kez de Amerika’ya göç etti ve burada İkinci Dünya Savaşı sırasında
Fransız antropolog Claude Lévi-Strauss ile tanıştı; modern yapısalcılığın
önemli bir kısmı bu entelektüel ilişkiden gelişecekti.
[2] Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı:
Giriş, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2004.
[3] Todorov’un Grammaire du Decameron kitabında söylediklerinin bir özeti
sayılabilecek bir yazısı Bülent Aksoy tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir. Yukardaki
öykü ve şaması için bu çeviriyi kullandım. Bkz. T. Todorov, Anlatı Türünde Yapısal Analiz, Birikim
Haziran-Temmuz, 1977, s.89-90
[4] Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Cem
Yayınevi, İstanbul 1998, s.177
[5] Rus Biçimciliğinde olay örgüsü
anlamında kullanılır. Öykünün sunuş biçimi zamandizinsel olmayabilir. Yazar,
olayların sırasını bozabilir, alt üst edebilir ve gerçekliğe uymayan yapay bir
diziye yerleştirebilir. Böylece alışılmışı kırar. Buna geriye dönüş de
diyebiliriz.
[6] Süheyla Bayrav, Dilbilimsel Edebiyat Eleştirisi, Multılıngual,
İstanbul 1999, s.55.
[7] Süheyla Bayrav, Dilbilimsel Edebiyat Eleştirisi, Multılıngual,
İstanbul 1999, s.59.
[8] Süheyla Bayrav, Dilbilimsel Edebiyat Eleştirisi, Multılıngual,
İstanbul 1999, s.59.
[9] 1960’lı yıllarda Tahsin Yücel,
İstanbul Üniversitesi’ne gelmiş olan Greimas’dan yapısalcılığı tanımış ve
Fransa dışında, bu kuramı edebiyata uygulayan ilk bilim adamlarından biri
olmuştur.
[10] Özkul Çobanoğlu, Halkbilim Kuramları ve Araştırma Yöntemleri
Tarihine Giriş, Akçağ Yayınları, Ankara 2005, s.188.
[12] Ali İhsan Kolcu, Edebiyat Kuramları: Tanım, Tenkit, Tahlil,
Salkımsöğüt Yayınları, 2. Baskı, Erzurum, Temmuz 2010.
[13] Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı-Giriş, Ayrıntı
Yayınları, İstanbul 2004, s.123-124.
[14] T.S. Eliot’ın ünlü şiiri Boş Adamlar
[15] Mikhail Bakhtin’in yazılarından
derlenmiş olan Karnavaldan Romana (Çev.
Cem Soydemir) adlı kitabın Sibel Irzık’a ait ön sözünden alınmıştır.