7 Ekim 2017 Cumartesi

Türkçenin Dudaklarısın Sen

hayrolsun diyorum / gündüz gözüyle

Biçim

anıları kar topluyor inceden / kesik kesik anlatıyor büyük bir sevdadan kaçışını / unutma mesafesi koymamış yine de

Enver Ercan'ın Varlık Yayınları'ndan çıkan şiir kitabı. Elli bir sayfadan oluşan kitap dört bölüme ayrılmış ve bu bölümler birer epigrafla belirtilmiştir. İlk bölüm Max Frisch'in "İnsan nedir ki?" cümlesiyle açılır. Bu bölümdeki tek şiir Di adını taşımaktadır. yüzüm sana değse / sürçüyor zaman / daracık odalarda / ben kâfir, sen müslüman. İkinci bölüm William Shakespeare'nin "İnsan rüyalarında büyür." sözüyle açılıyor. Bu bölümde Rüya adını taşıyan dokuz tane şiir mevcuttur. Bunlar: 1. Rüya / Dağlarca'nın Evinde, 2. Rüya / Oktay Rifat'ın Evinde, 3. Rüya / Sabahattin Kudret'in Evinde, 4. Rüya / Attilâ İlhan'ın Evinde, 5. Rüya / Metin Eloğlu'nun Evinde, 6. Rüya / Can Yücel'in Evinde, 7. Rüya / Cemal Süreya'nın Evinde, 8. Rüya / Metin Altıok'un Evinde, 9. Rüya / Ece Ayhan'la Evimde. ikimiz de susuyoruz / hayırlara vesile. Üçüncü bölüm Cemal Süreya'nın "İnsan her durumda başka biridir." dizesiyle açılır. Bu bölümde on bir şiir yer almaktadır: Haklısınız, Kedi? ve Ben, Kimse Kımıldamasın!.. Yürü Bre Kenan Paşa..., Deprem Senaryosu, Şıp Şıp, Ah Kalbim, "Her Şey Güzelecek", Tanrı, Genç Kız ve Ben, Son Tahlilde, Ayna. kalp kırmak istemem ama / her şiir sahibine benzer / kimi daha yazılırken / teslim eder ruhunu / kimi ölü bile / geçirilemez ele. Dördüncü ve son bölüm Marx'ın "Herkes nasılsa insan öyledir..." sözüyle açılır ve Dudak Tiryakisi isimli tek bir şiirden ibarettir. rüzgârında dağılıyor / dalgınlığın külleri.

Görüş

tabii ki ben her zaman gencim / yaşlanmak / siz ölümlüler için...

Bu şiir kitabı Enver Ercan ile taşışmama vesile oldu. 2014 yılında şairin onuruna düzenlenen bir sempozyumda şairi dinleme ve şairin imzalı kitabına erişme fırsatım olmuştu. Uzun yıllar Varlık Yayınları'nın editörlüğünü de yapmış olan şairin yayıncılık alanında sarsılmaz bir adı var. Fakat ben bu kitaptaki şiirlerle derinlemesine bir bağ kuramadığımı itiraf etmek zorundayım. Enver Ercan'ın şiir alanındaki yetkinliğini sorgulamaktan kaçınmakla birlikte şairin diğer şiir kitaplarına da bakmayı düşünüyorum. Şiir fazlaca kişisel bir edebi saha. Bu yüzden bu kitabı şiir severlere tavsiye etmeden bu yazıyı bitirmek istemiyorum. 

Künye

galiba bir tek kalbim sağlam / o da pek fazla kullanmadığımdan

Enver Ercan, Türkçenin Dudaklarısın Sen, Varlık Yayınları, İstanbul 2014. 


 

16 Eylül 2017 Cumartesi

Molière'den Cimri

Cimri

Bir adam çeyiz istemeyince başka nesine bakılır artık?


Komedi denince akla ilk gelen isimlerden olan Molière'in en bilinen oyunu olan Cimri'yi bir kez daha okuduğumda bir esere neden "klasik" dendiğini hatırladım. 17. yüzyılda kaleme alınmış ve sahnelenmiş bir oyunun günümüzde okuyucusunu halen gülümsetebilmesi onun klasik olduğunun en bariz delili değil de nedir? Elbette bu "kalıcılık" ta eseri çeviren Sabahattin Eyüboğlu'nun çok büyük bir yeri olduğunu göz ardı etmeyelim. Oyun yabancı bir dilde yazılmamış gibi okutturuyor kendini. 

Benim okuduğum kopya İş Bankası Kültür Yayınları'ndan çıkıyor. Dediğim gibi Sabahattin Eyüboğlu'nun eli değmiş bir eser. Su gibi akıyor. Ayrıca oyundan önce Eyüboğlu'nun kaleme aldığı bir ön söz de  kitapta yer alıyor. Ayrıca çeviri Ulvi Uraz'a ithaf edilmiş. Ön söz şu bölümlerden meydana geliyor: Molière'in Çağı, Molière'in Hayatı, Molière ve Tiyatro, Cimri ve Cimri Çevirileri. 

Klasik bir komedi oyunu olan Cimri beş perdeden müteşekkildir. Baş karakter Harpagon adıyla anılan iki çocuklu, dul bir adamdır. Harpagon paraya düşkünlüğü ve cimriliğiyle öne çıkan bir karakterdir. Cimri komedi türleri içerisinde karakter komedisine yakındır. Her iyi komedide olduğu gibi güldürürken düşündüren, toplumsal aksaklıklara parmak basan Cimri'de bu eleştiriler incelikle verilir. Bu eleştiriler genellikle Valère denen Harpagon'un kızının sevgilisi tarafından ortaya konur.

"Hadi canım sende! Hekimler hastalıktan ne anlar! Sen istediğin hastalığı uydur; hekimler bir yolunu bulup hastalığını sahici yapar, nereden geldiğini de söylerler." (Valère, Perde I, Sahne V)


Molière, Cimri, çev. Sabahattin Eyüboğlu, 17. bs., Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2015.
Özgün Adı: L'avare





13 Ağustos 2017 Pazar

Tanpınar'ın Yarım Kalan Romanı: Aydaki Kadın

Tanpınar'ın Yarım Kalan Romanı: Aydaki Kadın

Yarım kalmış roman bir tarafında br vicdan azabı gibi bekliyordu.



Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "dörtte üçü tamamlanmış" olan eksik romanı Aydaki Kadın, yazarın öğrencilerinden Güler Güven'in emekleriyle meydana gelmiş bir eserdir. Tanpınar'ın "dağınık müsveddelerinden" oluşan bu roman da yazarın ilk romanı Mahur Beste gibi yarımdır. Tanpınar'ın bu roman üzerinde yıllarca çalıştığı bilinir. Hatta romandan "eserim" diye bahsetmesi önemli bir detaydır. Aydaki Kadın bir aşk romanıdır. Elbette Tanpınar'ın aşk romanı İstanbul, Boğaz ve deniz olmadan tahayyül edilemez. Bu anlamda bu eser "tam bir Tanpınar romanı"dır denilebilir. Dönemin siyasi ve günlük hayatına da ışık tutan bu eser Tanpınar okumayı sevenler için bulunmaz bir hazine. Bu anlamda Güler Güven'in tanıtımı ve emeği göz ardı edilmemelidir. 

Aydaki Kadın

Her gittiğim yere Leylâ'yı daha evvel gelmiş buldum.


Dergâh Yayınları'ndan çıkan elimdeki nüsha İnci Enginün'ün bir "Sunuş" u ve Güler Güven'in "Ön Söz"üyle başlar. Roman iki ana bölümden oluşmaktadır: İç İçe ve Karşı Karşıya. Kitabın sonunda bir ekler bölümü bulunmakta ve bu bölüm romanın planını ve Güler Güven'in eseri tanıttığı bir makalesi ni içermektedir. 

Güler Güven'in bu eseri yaklaşık dört bin sayfalık müsvedde içerisinden çekip çıkardığı anlaşılır. Tanpınar'ın romanın notlarını eski harflerle tuttuğu belirtilir. Romanın iki ana şahsiyeti olan Leyla ve Selim tam anlamıya Tanpınar'a has karakterlerdir. Selim Tanpınar'ın kişiliğinden ve hayatından izler taşır. Huzur'da nasıl müzik basın bir sanat olarak kendine yer edinmişse bu romanda da resim ön plandadır. 





"Aydaki Kadın diye bundan (Saatleri Ayarlama Enstitüsü) çok ayrı, çok başka, daha derin ve ferdî meseleleri ele alan bir romanım var. Fakat ne zaman bitireceğimi bilmiyorum." (Edebiyat Üzerine Makaleler)



Ahmet Hamdi Tanpınar, Aydaki Kadın, Haz. Güler Güven, 2.bs., Derhâh Yayınları, İstanbul 2009.

31 Temmuz 2017 Pazartesi

Şimdilik

Muzaffer Tayyip Uslu / Şimdilik

Sokakların ellerinden öperim
Bana yaşamasını öğretmişlerdi
Dost olsun, düşman olsun
İnsanlara iyi günler dilerim


1940 Kuşağı'nın kısa ömürlü şairlerinden olan Muzaffer Tayyip Uslu'nun tek şiir kitabı olan "Şimdilik" in elimdeki baskısında, şairin yayınlanmış diğer şiirleri de yer alır. Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan kitap, iki bölüme ayrılır. İlk bölümde şairin "Şimdilik" ismini verdiği şiir kitabına dahil ettiği şiirler, ikinci bölümde -ek- ise şairini kitaplaşmayan şiir ve yazıları bulunur. 


ARZU
Bir güzele 
Güzellğini söylemek isterdim
Aynalardan evvel



Muzaffer Tayyip Uslu ve yakın arkadaşı Rüştü Onur'un kaderleri hemen hemen aynıdır. İkisi de verem yüzünden genç yaşta vefat ederler. İki şair de dönemin gözde şiir anlayışı olan Garip şiirine yakın bir tavır sergilerler. Muzaffer Tayyip Uslu henüz yirmi dört yaşındayken hataya gözleri yumar. İk ve son şiir kitabının "Şimdilik" adını taşıyor olması da hüzün vericidir. Açıktır ki şairin niyeti, ilk kitabını takip eden diğer şiir kitaplarını oluşturacak kadar şiir yazabilmektir. Fakat buna zaman bulamadan vefat eder. "Şimdilik", isminden de anlaşılacağı gibi, bir netice değil, bir "başlangıç"tır. (Muzaffer Soysal)



Uzun söze lüzum yok
Şahidimdir
Beş parasız gezdiğim sokak
Bir zaman yaşadığıma
"Benden Size"




Muzaffer Tayyip Uslu, Şimdilik, Yapı Kredi Yayınları, 5. bs., İstanbul 2014.

7 Temmuz 2017 Cuma

Baudelaire'in "Paris Sıkıntısı"

Baudelaire'in "Paris Sıkıntısı"

"Suçtan uzak eğlenceler öyle az ki!"

Baudelaire denince akla Kötülük Çiçekleri gelir. Fakat ben bugün Paris Sıkıntısı'ndan bahsedeceğim. Aşağıda, okuduğum nüshanın künyesi mevcuttur. 

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'nda çıkan okuduğum nüsha, Tahsin Yücel'in bir çevirisi. Kitabın başında da çevirmenin yazdığı bir "Sunuş" bölümü mevcut. Burada Baudelaire'in kim olduğuna, eserlerine vesaire değinmeyeceğim elbette. Fakat Tahsin Yücel Paris Sıkıntısı için "düzyazıya dökülmüşbir Kötülük Çiçekleri" ifadesini kullanmış. Çok da yerinde bir niteleme. Çünkü eser düzyazı biçiminde olsa da oldukça şiirsel. Yüz on yedi sayfadan ibaret olan eser, elli bölümden oluşuyor. Bu bölümlerin içeriği, hacim bakımından, küçük. Her bölümün farklı bir başlığı bulunuyor. Bu bölümlerden başka, eserin girişinde Arsène Houssaye'e bir ithaf bölümü ve şiir formunda bir sonuç bölümü var.

"Yıllar boyunca hayran oldum ona, yüreğim kinle dola dola."


Eser genel itibariyle zaman, iğrenme, nefret, ölüm, kaçış gibi temalar üzeride yoğunlaşır. Eserde ırkçı bir bakış açısı açık bir şekilde göze çarpar. Ayrıca yoksulluk ve yoksullara karşı anlamsız bir iğrenme ve nefret söz konusudur. Kişisel olarak, zevk aldığım ya da beni derin düşünmeye sevk edecek nitelikte bir eser olmadığını söyleyebilirim. Her ne kadar Baudelaire edebiyat sahasına adını kazımış bir şair ise de benim ucundan da olsa tutunamadığım bir kitap oldu. Elbette yabancı kitaplarda bu risk her zaman var. Özellikle dili böyle şairene olan eserlerde. Tahsin Yücel'in çevirilerinden de pek hoşnut olamadım şimdiye kadar. Kısacası, çok tavsiye ettiğim bir eser değil bugün üzerinde durduğum Paris Sıkıntısı. "Bu yaşam her hastası yatak değiştirme saplantısına kapılmış bir hastanedir." (s.108)


Charles Baudelaire, Paris Sıkıntısı, çev. Tahsin Yücel, 6. bs., Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2013. 

https://www.instagram.com/p/BRVxIXdg1M_2q0boPO0gxKFFIvnsGtwEPnQ6jU0/?taken-by=sedaoz89

https://www.goodreads.com/book/show/16086796-paris-s-k-nt-s?ac=1&from_search=true


23 Haziran 2017 Cuma

Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nden...

"Yaradılıştan amatördüm."

Hemen hemen üç aydır tek satır bile yazadığım bloguma dönmüş bulunmaktayım. Bu ay yeni okuduğum bir kitaptan değil de Tanpınar'ın uluslararası bir şöhrete sahip olan Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı romanından bahsedeceğim. Tanpınar 116 yıl önce bugün İstanbul'da dünyaya geldi. Bilindiği gibi pek çok alanda eser veren Tanpınar yazar, şair, akademisyen sıfatlarına sahiptir. Saatleri Ayarlama Enstitüsü yazarın yayımlanmış beş romanından biridir. Roman tekniği itibariyle yazarın diğer eserlerinden ayrı bir yere sahiptir. İroni, mizah ve hiciv öğelerinin hakim olduğu roman birçok dile çevrilmiştir. 

Biçim itibariyle en hacimli Tanpınar romanıdır. 395 sayfa ve dört bölümden müteşekkildir. Bu bölümler sırasıyla: Büyük Ümitler, Küçük Hakikatler, Sabaha Doğru, Her Mevsimin Bir Sonu Vardır. Romanda üstkurmaca tekniğinden faydalanımıştır. Romanın baş karakteri Hayri İrdal hatıralarını kaleme alırken hayatını okuyucuya açmış olur. Okuyucu da bu kişinin bakış açısından hem bireysel hem toplumsal meseleri seyretme şansı yakalar. Tanpınar'ın en önemli özelliği romanlarında  ve hikâyelerinde bireylerden yola çıkarak toplumsal meselere uzanmasıdır. Bu romanda da durum böyledir. Bu romandak fark, yukarıda da söylediğim gibi, eleştirinin alay yoluyla dile getirilmesi, daha oğru bir ifadeyle, ima edilmesidir. Baştan sona ironinin hakim olduğu bu roman Türkiye gerçeklerine, medeniyet dönüşümüne, yozlaşmaya çarpıcı bir dille dikkat çeker. Her okurun hayatının bir döneminde bu kitabı okuması gerektiğini düşündüğümden içeriğe, olay örgüsüne pek değinmeyeceğim. Biçimden devam edecek olursam, romanın iç kapağında Tanpınar Keçeçizade İzzet Molla'dan bir beyti kullanır:

Bihakk-Hazret-i Mecnun izâle eyleye Hak
Serimde derd-i hıredden biraz eser kaldı

Romanın içinden aldıım şu cümleler ise, Hayri İrdal hakkında bir nebze de olsa okumayanlara bir fikir verecektir. "Mesele o anda adımın Hayri olmaması, gerçeğin dışında bulunmamda idi. Bu tek mânasıyla kaçıştı. Yalanın sihirli çizgisi içinde idim ve bu bana yetiyordu."

Bu romanda ilgili olarak ekleyeceklerim: 
1. İroni Kavramı ve Tanpınar'ın Eserlerinde İroni
2. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Eserlerinde İroni
isimli tez çalışmaları olacaktır. 
Ayrıca benim elimdeki romanın künyesi:
Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 24.bs, Dergâh Yayınları, İstanbul 2014. 
https://www.instagram.com/p/BQ3pwI3gDD9Z2reKOvZkOkKZA0nhQ7us14KAUM0/?taken-by=sedaoz89

Arka Kapaktan

"Ahmet Hamdi Tanpınar'ın şiiri sembolist bir ifade üzerine kurulmuştur. Aynı anlatım tarzı romanlarına da zaman zaman sirayet eder. Ancak muhteva açısından metafizik eğilimleri ile estetik endişelerini şiire ayırdığı halde, sosyal temalar için nesri seçmiştir. Romanları, zengin hayat hikâyesinden tamşarak Türkiye meselelerine kendine has yorumlar getirir. Medeniyet değiştirme girişimlerinin insanımızı soktuğu çıkmazları araştırırken yaptığı tahliller, insanımız ve toplum yapımız açısından dikkate değer hükümler taşır. Saatleri Ayarlama Enstitüsü toplumumuzun bir değişme süreci içindeki durumunu, fertten yola çıkarak toluma varan teknikle anlatıyor."



6 Mart 2017 Pazartesi

Hasan Hüseyin Korkmazgil'in Akarsuya Bırakılan Mektup Şiirinin Tahlili


Hasan Hüseyin, 1960 kuşağı toplumcu gerçekçi sanatçılarındandır. Çok farklı alanlarda yazmasına rağmen, en çok şiirleriyle tanınır. Şiire olan ilgisi çocuk yaşlarında başlamış, ölümüne kadar sürmüştür. İlk şiirlerinde Nâzım Hikmet ve Attila İlhan etkisi görülür. Şairin, ustam dediği Nâzım Hikmet, onun şiirlerini toplumculuğu yönüyle etkilerken, Attila İlhan bireyselliği yönünde etkiler. Toplumcu gerçekçi şiirin önde gelen temsilcilerinden biri olan Hasan Hüseyin Korkmazgil, Türkiye’nin siyasal bir dönüşüm geçirdiği tek parti döneminden Demokrat Parti iktidarına geçiş sürecinde ve sonrasında etkili olmuştur. Divan şiiri ve halk şiirinin yanında Batı edebiyatını da bilen şair, bu üç kaynağı temel alarak şiirini inşa eder. Geleneği reddetmeyen Hasan Hüseyin, dilde aşırılığa gitmemiştir. Özellikle aşk şiiri yazma gereği görmeyen şair, hayatı aşkın dışında görmez. Şiirlerinde yalnızca Hasan Hüseyin imzasını kullanır. Toplumcu gerçekçi anlayışı benimsediğini çeşitli yazılarında ortaya koyan Hasan Hüseyin, sanatını tamamıyla bu anlayışa teslim etmez.
İlk olarak 1976’da basılan Koçero Vatan Şiiri, Hasan Hüseyin’in dokuzuncu şiir kitabıdır. Bu toprakların gelmiş geçmiş bütün ustalarının anısına ithaf edilen kitabın Ben Bir Uslanmaz Ozanım başlığını taşıyan bir önsözü bulunur. Kitapta üç bölüm vardır: Olgunlaşan Ağrı[1], Başka Bahçelerden ve Yitik Şiirler. Olgunlaşan Ağrı adlı bölümde otuz yedi adet şiir bulunur. Bunlardan yalnızca bir tanesi aşk temine yakındır: Akarsuya Bırakılan Mektup.
On altı dizeden oluşan şiirin başında epigraf bulunur. Şiirin kalanına göre, daha kısa dizelerle ve italik yazılmıştır bu bölüm. Gül dalı gibi, incecik birinden söz edilir. Bu kısımda üçüncü tekil kişi zamiri söz konusudur. Gül dalına benzetilen kişinin, ölümlülüğü ve kırılganlığı vurgulanır. Şairin dokunsa bile kırılacak olan gül dalı, biri dokunmasa da kuruyacaktır. Her durumda sonu acıyla bitecektir. Bu kısımdaki anlatım, şiirin kalan kısmına göre daha yoğun ve kapalıdır. İncecik olmak durumu fizikî anlamda zarafeti çağrıştırsa da ruhî boyutu da yadsınmamalıdır. Söz konusu kişinin bir kadın olduğunu varsaymak hatalı olmaz bu durumda. Sevgilinin inceliğinin gül dalına benzetilmesi de tesadüf değildir. Herhangi bir ağacın dalından çok daha incedir gül dalı ve de kırılgan. Gül, geleneksel edebiyatımızda da sıkça sevgili ile birlikte kullanılmış bir semboldür. Ayrıca incelik durumunun dokunsam kırılacaktı ifadesiyle de vurgulanması akla halk deyimlerini getirir. Gelenekten bağımsız düşünülemeyecek olan şair de bu kavramı özellikle kullanmış olmalıdır. Şair, kırılgan sevgiliyle dokunmamayı tercih eder fakat o zaman da gül dalı kurur. Şairin kurudu dizesini diğer dizelerin hizasından ilerde kullanmasının nedeni, gül dalının kurumasından önce araya zaman girmesi olabilir. Dokunmayla dahi kırılacak gül dalını kurutacak tek şey mevsim döngüsüdür. Sonbahar geldiğinde birçok bitki gibi, gül de hayata veda eder. Böylece gül dalı da kurumuş olur.
incecikti
gül dalıydı
dokunsam kırılacaktı
            dokunmadım
                        kurudu
            Şiirin epigram bölümündeki üçüncü tekil kişi kullanımı, kalan iki kısımda ikinci tekil kişiye –sen- yerini bırakır. Tüm şiirde göze çarpan bir diğer unsur da dize başlarında küçük harf kullanımıdır. Dize sonlarında noktalama işaretine de rastlanmaz. Epigraftaki sonbahar imgesi, şiirin birinci bölümünde açıkça dile getirilir. Sevgiliye hitap vardır bu bölümde,
            gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç
Eğer sevgili gidecek olursa, şair sonbahar olacak. Sonbahar imgesi, ayrılık ve ölümü çağrıştırır. Sonbahar olmak da şaire özgü bir ifade olması yönüyle orijinaldir. Önce sonbahar olur şair, sonra da bir hiç. Şair, sonbahar ile özdeşleşir. Yaz bitimiyle sonbahar geldiğinde dünyadaki canlılık da sevgili gibi gider. Sevgilinin gidişiyle sonbaharın gelişi birbirine bağlanır.
            ağaçlar bükmesinler n’olursun boyunlarını
Sevgili giderse eğer, sonbahar gelir ve ağaçlar boyunlarını bükmek zorunda kalırlar. Doğadaki mevsimsel değişiklikler de sevgilinin terk edişine bağlanır. Sanki sevgili gitmese, sonbahar gelmeyecekmiş gibi. Anlamdaki bu incelik akla hüsn-i ta’lil sanatını getirir. Ağaçların boyunlarını bükmesi ifadesi de kişileştirilmiş olur bu durumda. Boyun bükmek insana özgü bir eylemdir ve hüznü çağrıştırır. Ağaçların boyunlarını bükmesi de yapraklarının dökülmesi, eski canlılıklarını kaybetmeleri olarak düşünülebilir. Bu dizede yalvarma da söz konusu artık. Birinci dizede gitme deniyordu yalnızca. İkinci dizede gitmek yerine n’olursun ifadesi kullanılır. N’olursun kullanımı akla halk şiirindeki ölçüye uydurma girişimlerini getirir. Üçüncü dizede, şair akşam oluyor  bu kez,
            neden akşam oluyorum tren kalkınca
            kırlangıçlar birdenbire çekip gidince
Trenin kalkması akla yine ayrılığı getirir. Trenin kalkması, sevgilinin gidişiyle de ilgili olduğu için, bu kez akşam olur şair. Sonbahar ve akşam birbiriyle alakalı imgelerdir. Sonbahar geldiğinde kaybolan canlılık, sıcaklıktır. Akşam olduğunda da gün biter, hayatın hareketliliği ve aydınlık sona erer. Karanlık ve yalnızlık belirir çoğu zaman. Özellikle sonbahar mevsiminde akşam çok daha erken başlar ve uzun sürer. Bu bakımdan trenin kalkışı akla sevgilinin gidişini getirdiği için şair de akşam gibi hisseder kendini. Canlılığını kaybeder, kararır ve yalnızlaşır. Akşam da sonbaharın kısa bir versiyonu gibidir. Kırlangıçların birdenbire çekip gitmeleri de yazın bittiğini ve sonbaharın geleceğini işaret eder. Kırlangıç, göçmen kuşlardandır. Yaz mevsiminin bittiği yerlerde barınamaz, sıcak iklimlerin yaşandığı yerlere göç ederler. Şair, kırlangıçların birdenbire çekip gitmelerine bağlı olarak da akşam olur. neden derken de bunun sebebinden haberdar değilmiş gibi görünür. Mendiller sallanınca da tıkanır şair,
            mendiller sallanınca neden tıkanıyorum
Veda anlarında mendil sallanır. Giden kişi, ardında bıraktığına mendil sallar. Dolayısıyla mendil yine ayrılığı ve terk edilmişliği akla getirir. Tıkanmak sözcüğü de düzgün şekilde nefes alamama durumuna işaret eder. Şair, sevgilinin gidişinden korktuğu için, mendil sallanınca tıkanır. Nefes almakta güçlük çeker. Çünkü, sevgilinin gidebilecek olması ihtimali bile ona hüzün verir. Sevgilinin gidişi ve sonbaharın gelişi birdenbiredir ve acımasız,
            öyle çok acımasız ki öyle birdenbire ki
            az önceki çiçekler nasıl da diken diken
Sevgilinin gitme ihtimali üzerine düşünmeye devam eder Hasan Hüseyin. Sevgilin gidişi acımasız ve birdenbiredir. Tıpkı, o gittiğinde gelen sonbahar gibi. Giden sevgili acımasız, çünkü şairin onca sözüne rağmen kalmıyor, gitmeyi tercih ediyor. Birdenbirelik ise onun gidişini kuvvetlendiren bir sözcüktür. Vedaya bile gerek görmeden, aniden gidişi vurgulamak için seçilmiş gibidir. Sonbaharın gelişi de acımasız ve birdenbiredir. Kaçınılmaz olması sebebiyle acımasızdır, ne olursa olsun yaz mevsiminden sonra sonbahar gelecektir. Yaz gibi sıcak ve hayat dolu bir mevsimden sonra gelmesi de birdenbireliği açıklar. az önce ifadesi yaz mevsimini düşündürür. Yaz’ın çiçekleri sonbahar geldiğinde diken diken olurlar. Bu diken dikenlik çiçeklerin kurumasını çağrıştırır. Sonbahar geldiğinde çiçekler kurur ve kurumuş çiçek de ele diken hissi verebilir. az önceki çiçekler’in diken diken olması sevgilinin gidişiyle de ilişkilidir elbette ki. Bu durumda, sevgili o kadar aniden gider ki az önce çiçek olan bitkiler birdenbire dikenleşir. Çiçek gibi güzel bit bitkiye kıyan sevgili de acımasız görülür şair tarafından. Ayrıca, diken diken ifadesi duygulanmayı ve üşümeyi de çağrıştırır. Sevgilinin gidişinden çok etkilenen çiçekler diken diken olabileceği gibi, sevgilinin gidişi dolayısıyla sonbaharın gelişi çiçekleri üşüteceğinden de diken diken olabilir çiçekler. Birinci bölümün ilk dizesi, bölüm sonunda aynen tekrar edilir,
            gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç
Bu dize, hem anlamı vurgulaması bakımından hem de ahenk sağlamasıyla önemlidir. Sevgilinin gitmemesi söylenirken, birçok neden gösterilir bölüm boyunca. Bölüm sonunda da şair dileğini tekrar dile getirir. İkinci dizedeki boyunlarını büken ağaçlar ve yedinci dizedeki diken diken olan çiçekler de şairi akla getirir bölümün tamamına bakıldığında. Sonbahar geldiğinde ağaçlar da boyunlarını büker, şair de. Çünkü sonbaharın gelişi, sevgilinin gidişi demektir. Aynı bakış açısından yaklaşıldığında, çiçekler de diken dikendir sevgili gittiğinde, şair de. Birdenbire çekip gidişleri itibariyle kırlangıç ve sevgili de özdeştir, denilebilir.
            Şiirin ikinci bölümünde sevgilinin gitme ihtimali ortada olmayan zamanlardan bahsedilir. Henüz sonbahar da yoktur elbette. Fakat, şair bu zamanların artık geçtiğinin de bilincindedir.
            o sularda çimdik, bitti; köprüleri geçtik, bitti
            o elmanın tadı orda, o kuş çoktan öttü, bitti
İki dizenin başındaki o sıfatı, ifadeye geçmiş zaman anlamı verir. O sular, o elma, o kuş şaire uzak olan şeylerdir. Birinci bölümdeki sevgiliye sesleniş, bu dizelerde yerini birinci çoğul kişiye –biz- bırakır. Şair ve sevgiliden ibaret olmalıdır buradaki biz. Sevgili henüz gitmek fikrine sahip değilken, ortada sonbahar yokken, şair akşam olmamışken olanlardan bahsedilir bu iki dizede. o sularda çimdik, bitti sevgiliyle birlikte olunan zaman bitmiştir artık. Çimmek ifadesinin de Anadolu’ya has olduğunu söylemek yerinde olur. Şair, sevgiliyle aynı sularda çimdiği, aynı köprülerden geçtiği zamanı anar. Ama her ifadeden sonra bitti diyerek, artık sevgiliyle eskisi gibi olunamayacağını anlatmak ister gibidir. Elmanın tadı, sevgilinin gitmeyi düşünmediği zamanda kalmıştır. Kuş da çoktan ötmüştür. Bunların hepsi, sevgili gitme fikrine uzakken olur ve artık sevgilinin gitme ihtimali ortadayken tüm bunlar yok olmaya mahkûmdur. Çünkü, sevgilinin gidişiyle zaten sonbahar gelecek ve tüm bu yapılan şeylerin tadı kalmayacaktır. Çocuklar bir şey söylemeye çalışırken, dikkat çekmek isterler. Ama sevgili ve şair artık çocuk değildir,
            artık çocuk değiliz, susarak da bir şeyler diyebiliriz
Şair, ilk bölümde sevgilinin gitmemesi için söylediği onca sözden sonra susarak da istediğini anlatabileceğini düşünür. Suskunluğun bir şeyler anlatması ifadesi kendi içinde kırgınlık da barındırır. Esasen bu dizede yine eski günlere atıfta bulunulur. Önemli olan çocuk olunmuş zamandır. Şair, günleri devlet alacağına, yılları da bir kadehçik buzlu rakıya benzetir.
            günler devlet alacağı, yıllar bir kadehcik buzlu rakı
Günlerin devlet alacağına benzetilmesi, devletin alacaklarını küçük taksitlerle uzun vadede tahsil etmesini akla getirir. Günlerin kısa oluşu itibariyle bu benzetme biçimi seçilmiş olmalıdır. Yıllar ise bir kadehçik buzlu rakıdır. Rakı hem bir kadehtir hem de “-cik” ekiyle küçültülmüştür. Üstelik rakı buzlu oluşu yönüyle az olmak durumundadır. Bardağın içinde buz yer alacaksa sıvı da o oranda az olacaktır. Ayrıca, rakı suyla içilebilen bir alkollü içecektir. Tüm bu yönler yılların çabuk geçiyormuş izlenimi verişini düşündürür. Günlerin kısa oluşu da yine sonbaharı çağrıştırır. Şair, zamanın hızlı geçtiğini düşünür. Şiirde açık olarak belirtilmese de bu hisse yaşlanmaktan korku duyan insanlar kapılır. Şair, oyunları oyuncaksı, oyuncakları da eski bir şarkı olarak düşünür,
            oyunlar oyuncaksı, oyuncaklar eski şarkı
Oyun, çocuklukla ilişkili bir ifade olduğu için masumiyeti temsil eder. Oyunların oyuncaksı oluşu ise, bu masumiyetin yapay oluşunu düşündürür. Oyuncaklar, eski bir şarkı gibidir. Geçmişe aittir. Bu dizede eski zamana duyulan özlem sezilir. Eski şarkılar da oyuncaklar da bize geçmiş zamanı hatırlatırlar ve bu yüzden değerlidirler. Kavak ağaçlarına oklu yürek çizmek de geçmiş zamanı anımsatır,
            kavaklara oklu yürek çizip duran o çakı
Oyuncaklar ve eski şarkılardan sonra, maziyi hatırlatan şeylerden biri de kavak ağaçlarına içinden ok geçen kalp resimleri kazımaktır. Şairin kalp yerine yürek sözcüğünü tercih edişi dizedeki hüznü açığa çıkarır gibidir. Çakı, kesici bir alettir. Kavak ağacına oklu yürek çizebilmesi için ağacı kesmesi gerekir. Ayrıca yürek resminin ortasından ok geçmesi de ayrılık, keder işaretidir. Sevgiliyle ilişkilendirildiğinde karşılıksız aşkı akla getirir. Yani kavak ağacındaki kalp kırıktır. Bu davranış, gençliği akla getirir. İnsanlar genç yaşlarında aşkın acısını yaşadıklarında bunu somut şeylere yansıtmak isterler. Sonraki dizede şair, kan sarhoşluğunu anar,
            Nerde şimdi nerde şimdi, nerde o kan sarhoşluğu
Nerde şimdi ifadesinin tekrarlanması hem ahengi sağlayan bir unsurdur hem de kan sarhoşluğunun hatırlandığını ve özlendiğini anlatması bakımından anlam taşır. Kan sarhoşluğu, Hasan Hüseyin’e özgüdür. Vücuttaki kan seviyesinin düşmesi, sarhoşluk gibi bir his oluşturabileceği gibi, vücuttaki alkol oranın belli bir seviyeye gelmesiyle sarhoşluk belirtileri görülmeye de başlar. Kan sarhoşluğu, akla cinayetten ve ölümden alınan zevki de getirebileceği gibi, bunların içinden şiirle en uyumlu olanı, esas sarhoşluğu oluşturan fazla alkol seviyesiyle ilgili olandır. Şair, sarhoş olacak kadar içki içmeyi özlüyor gibidir. Bu yönüyle dize yine gençlik özlemini çağrıştırır. Gençken düşüncesizce ve sonunu düşünmeden sarhoş olunur genellikle. Şair bu bağlamda gençliğini özler, denilebilir. Şiir, ilk bölümde yinelenen dizeyle sona erer,
            gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç
Birinci bölümün hem ilk hem de son dizesi, şiirin sonunda dile getirilir. Çünkü, şiirin kalan bölümünde, şairin düşünceleri sevgilinin gitme durumuna bağlı olarak belirir. İkinci bölümde, şair gençliğini anımsar. Bu anımsanan zaman, muhtemelen sevgilinin uzakta olmadığı bir dönemdir. Çünkü, geçmişi özlemle anar. Şiirin temi aşk olmakla birlikte, üzerinde durulan imge sonbahardır. Şair, sonbahar olmak istemez. Dizelerin hemen hepsinde de sonbahara ve onun neticelerine gönderme vardır. Sonbahar, çaresizliği, yalnızlığı çağrıştırır. Sevgili gidince tüm olumsuz duygular da bu gidişle birlikte belirecektir.
            Şiirin tamamında kullanılan küçük harfler akla Attila İlhan’ı getirir. Ayrıca sonbahar imgesi, akşamın olumsuzluğu, tren kalkışlarının ayrılığı akla getirmesi yönüyle Attila İlhan’ın Sisler Bulvarı şiiriyle benzerlikler gösterir.
           
KAYNAKÇA
KORKMAZGİL, Hasan Hüseyin, Koçero Vatan Şiiri, Bilgi Yayınevi, Ankara 1993.
TÜRK, Hatem, Hasan Hüseyin Korkmazgil’in Hayatı, Edebi Kişiliği ve Eserleri, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı Doktora Tezi, Erzurum 2010.





[1] Hasan Hüseyin, kitabın önsözünde, 1951’lerin siyasal koşulları içinde, gün ışığına çıkamadan yok edilen kitap taslaklarımdan bazılarının adları şöyleydi: “Olgunlaşan Ağrı”, “İhtiyar Karanlık”, vb… Yirmi dört yıl sonra bugün, “Koçero Vatan Şiiri” adlı kitabımın ilk bölümünün adı: “Olgunlaşan Ağrı” der. (s.12)

26 Şubat 2017 Pazar

EDEBİYATTA YAPISALCILIK

1. EDEBİYATTA YAPISALCILIK
1960’lı yıllarda Fransa’da hızla gelişen edebiyat alanındaki yapısalcılığın iki kaynağı olduğu kabul edilir: Biri yapısalcı dilbilim, ikincisi Rus Biçimciliği. Rusya’dan 1920’de ayrılarak çalışmalarını Prag’da sürdürmüş olan Roman Jacobson[1], Rus Biçimciliği ile Fransız yapısalcıları arasında bir köprü görevi yapmış oldu. Daha sonra T. Todorov tarafından Rus Biçimcilerinin bazı yapıtlarının Fransızcaya çevrilmesi de Fransa’daki yapısalcıların Rus Biçimcilerini daha iyi tanımalarını sağladı ve yapısalcılık Fransa’da parlak bir çıkış yaptıktan bir süre sonra diğer ülkelere yayıldı.
Fredric Jameson’ın dediği gibi, yapısalcılık, her şeyi dilbilimin terimleriyle yeni baştan, bir kez daha düşünme girişimidir. Yapısalcılık, dilin, içerdiği sorunlar, gizemler ve içerimler ile, XX. yüzyıl düşünce hayatı için hem bir paradigma hem de bir takıntı haline gelmesinin bir semptomudur. Prag Dilbilim Okulu (Jacobson, Jan Mukarovski, Felix Vodiçka ve diğerleri), Biçimcilikten modern yapısalcılığa geçişi temsil ederler. Bu kuramcılar biçimcilerin düşüncelerini işlemişler, ama bu düşünceleri Saussure’cü dilbilim çerçevesi içinde daha sağlam bir biçimde sistematikleştirmişlerdir.[2]
Yazınsal yapısalcılığın gerek Rus Biçimciliği ile gerekse Anglo-Amerikan Yeni Eleştiri kuramıyla ortak yönleri vardır. Edebiyat bir iletişim aracı olduğuna göre, onun da kendine özgü bir sistemi, dolayısıyla öğeleri arasındaki bağıntıları düzenleyen birtakım kuralları, yasaları olması gerekir. Nasıl dilbilimde somut ve bireysel olan söz’ün arkasında onu belirleyen soyut ve toplumsal bir dil sistemi varsa, edebiyatta da söz’e tekabül eden somut ve bireysel tek tek yapıtların arkasında da soyut ve toplumsal bir edebiyat sistemi vardır. Saussure dili incelemek için ne tarihe, ne de dış gerçekliğe başvurmuştu, çünkü sistem ancak eş zamanlı bir yaklaşımla bulunabilirdi ve gösteren ile gösterilen arasındaki bağıntı da keyfi ya da saymaca (konvansiyonel) idi. Başka bir deyişle sistem, gerçeklikten bağımsız, kendi başına işleyen bir bütündür. Todorov, Barthes, Greimas gibi yapısalcılar da edebiyata böyle eş zamanlı olarak yaklaşırlar; ne yazarla, ne tarihle, ne de metin dışı gerçek dünya ile edebiyat yapıtı arasında bir bağ kurmak gereğini görürler. Çünkü tek tek yapıtların uyduğu sistem de, dış gerçeklikten bağımsız, kuralları, yasaları saymaca olan, kendi kendine yeterli bir bütündür. Yapıtla dış dünya, yazar ya da okur arasında bağlar kuran yöntemleri reddetmek bakımından, yapısalcılıkla Rus Biçimciliği ve Yeni Eleştiri arasında ortak yönler vardır. Ama yapıtların kendilerine yönelirken, farklı amaçlarla yöneldiklerini görürüz. Yapısalcılık, Yeni Eleştiri gibi tek tek yapıtları yorumlamak peşinde değil, yazınsallığın peşindedir. Bu bakımdan Rus Biçimciliği ile birleşirlerse de, dilbilimi kendine model seçtiği için bu kuramdan da ayrılır. Adını andığımız yapısalcıların hepsi edebiyatın, dilinkine benzer olduğuna inandıkları düzenleniş kurallarını, yapısını saptamaya çalışmışlardır. Ne var ki, bu konuda görüş birliğine vardıkları söylenemez. Todorov, Genette ve Greimas’ın görüşlerine kısaca değinelim.
Todorov, yapısalcı yöntemi Grammaire du Décaméron (1969) adlı kitabında Boccacio’nun öykülerine nasıl uyguladığına dair kabaca bir fikir vermeye çalışalım. Yapıtın adından da anlaşılacağı üzere, Todorov, Boccacio’nun öykülerinin gramerini saptamaya çalışıyor. Ne ki, burada “gramer” sözcüğü öykülerde kullanılan dilin, yani İtalyancanın grameri demek değil, öykülerin yüzeyde görünmeyen, ama derinde yatan yapısı demek. Bu yapı dilin yapısına uyduğu için, Todorov, dilsel bir terim olan gramer sözcüğünü kullanıyor ve yine aynı amaçla, öyküleri çözümlerken dilbilim kategorilerine başvuruyor.
İncelediği yüz öykünün ortak yapısal özelliklerini bulmak için ilkin öykülerin nasıl bir şemaya indirgenebileceğini araştırıyor Todorov. Örnek olarak bir öykü alalım.
Genç bir rahibe olan İsabetta sevgilisiyle hücresindedir. Bunu fark eden öteki rahibeler kıskançlığa kapılırlar ve İsabetta’yı cezalandırması için baş rahibeyi uyandırmaya giderler. Ama baş rahibe de bir papazla yataktadır; hemen dışarı çıkması gerektiği için kendi başlığı yerine papazın donunu kafasına geçirir. İsabetta kiliseye götürülür; baş rahibe onu azarlamaya başlayınca, İsabetta başındaki şeyi görür. Bu kanıta herkesin dikkatini çeker, böylece cezadan kurtulur.[3]
Bu ve buna benzer öykülerin olay örgüsünü  ortak bir şemaya indirgiyor Todorov.[4] Bu şemanın her bir cümlesi anlatının temel birilerinden biridir ve Todorov bunlara önerme diyor. Bu önermeler en azından bir karakterle onun eyleminden ya da özelliklerinden oluşur. Şimdi bu temel birimleri dilsel terimlerle açıklarsak, karakterle öz adlara, eylemleri gramerdeki fillere, nitelikleri ve özellikleri de sıfatlara tekabül eder. Bu birimlerin çeşitli şekillerde bağlanmaları ayrı öyküleri oluşturur. Öyleyse, Todorov’a göre, bir öykünün tüm metni, özel adların, fillerin ve sıfatların birbirine bağlanmasından meydana gelen büyütülmüş bir cümleye benzer.
Todorov, karakterlerin niteliklerini (sıfatlarını) da üç gruba ayırdıktan sonra olay örgüsü tiplerini saptamak amacıyla eyleme geçer ve bunların üç tür fiil altında toplanabileceğini gösterir. Bu eylemler şunlar: “durumu değiştirmek”, “bir yasayı çiğnemek”, “ceza vermek ya da vermemek”. Bu eylemlerden hareket ederek, öykülerin kaç çeşit olay örgüsüne ayrılabileceğini ortaya çıkarabiliriz. Öykülerin bir kısmı “durum değiştirme”, yani “kişilik değiştirme” ile ilgilidir. Örneğin, öykünün başında hasis olan bir karakter, arkadaşının alayları sonucu, bu niteliğini değiştirir ve cömert olur. Bazı öykülerde ise olay örgüsünü belirleyen öteki eylemlerdir ve bundan ötürü, bu öyküler yasalarla, kurallarla ve cezalarla ilgili öyküler olur. Böylece, Todorov, eylemlere (fillere) dayanarak olay örgülerinin çeşitlerini saptayabileceğimizi iddia ediyor.
Görüldüğü gibi, Todorov’un amacı öykülerin yorumunu yapmak, anlamını açıklamak değil, dilsel bakımdan nasıl kurulduklarını açıklamak. Todorov’un yaptığı ile Jacobson’un  şiir hakkında söyledikleri aynı amaca yönelik: Yazınsallığı saptamak. Burada da anlatının düzenleniş ilkeleri belirgin kılınıyor, sanki öykülerin röntgeni çekilerek göze görülmeyen iskelet yapı çıkarılıyor ortaya. Demek ki, yapısalcı gözle bakıldığında, öyküler bize, yüzeyde görünen insan ilişkilerini, duygularını ya da olayları değil, tüm anlatı öğelerinin düzenleniş kurallarını belirleyen bir sistemi açıklamış oluyor.
A. J. Greimas, Sémantique Structurale (1996) ve Du Sense (1970) adlı kitaplarında, yapısalcı yöntemi edebiyata ilk uygulayanlardan oldu. O da, Todorov gibi, anlatının temel ilkelerini araştırırken, aslında, V. Propp’un başlattığı yöntemi geliştirmeye ve yönteme daha bilimsel bir şekil vermeye çalıştı. Propp, ileride göreceğimiz gibi, incelediği masallarda, yedi eylem alanı ya da yedi rol saptamıştı:
1. Saldırgan
2. Bağışçı
3. Yardımcı
4. Prenses (aranılan kişi)
5. Gönderen
6. Kahraman
7. Düzmece kahraman
Greimas, bu yedi rolü daha yapısalcı bir yaklaşımla, birbirine karşıt çiftler halinde üç çifte indirger: Özne-nesne, gönderici-alıcı, destekleyici-engelleyici. Bunlara “eyleyen” (actant) diyor Greimas, çünkü bir anlatıda yukarda adları verilen rolleri üstlenen kişi ya da nesneler, yapısalcı açıdan, psikolojileri ya da karakterleriyle değil, yaptıkları eylem dolayısıyla önemlidirler. Bir kızla evlenmek isteyen bir erkeğin serüvenini anlatan bir öyküde, erkek öznedir, kız nesne rolündedir. Bu işte özneden (Propp buna kahraman diyordu) yana olanların (ki, bunlar zengin ya da fakir, aptal ya da zeki vb. olabilir), tümüne destekleyici, olmayanlara da engelleyici diyor Greimas. Önemli olan bunların masalda, öyküde, romanda ne iş gördükleridir. Örneğin, yukarıdaki öyküde erkeğin peşinde koştuğu bir kız değil de, bir tarla olabilirdi ve o zaman, kızın üstlendiği nesne rolünü tarla doldurmuş olurdu. Greimas, Propp’un bulduğu otuz bir işlevi de yine birkaç temel karşıtlığa indirgemeye çabalar.
Demek ki, öykülerin yüzeyine bakmakla yetinirsek, bunların ayrı ayrı öyküler olduklarını, birbirlerinden farklı olaylar ve kişiler sergilediklerini görürüz. Ama yüzeyi okumakla yetinmez de temel yapıyı araştırırsak, çeşitli olayların gerçekte birkaç kategoriye, çeşitli kişilerin de değişmez birkaç role indirgendiğini görürüz. Diğer yapısalcılar gibi, Greimas da tek tek yapıtları yorumlamak peşinde değil, bu sistemi ayrıntılarıyla saptamak isteğindedir.
Gérard Genette yapısalcılığı daha ılımlı şekilde kullanır ve roman çözümlemek için gerekli kavramları çoğaltırken Rus Biçimcilerinin yaptığı fabula-syuzhet[5] ayrımından yola çıkarak bu buluşu geliştirir. Gerçi bu, bütün yapısalcıların katıldığı bir ayrıntıdır, ama en çok Genette’nin elinde incelikle uygulanacak bir şekil alır.
Genette, bir anlatı metnini çözümlemek için üç düzlem düşünüyor. Bunlardan biri, metinde yer alan bir olay ya da olaylar dizisidir ki, buna “söylem” (discourse) diyor. İkincisi, bu olaylar serisinin gerçekte meydana gelmiş olması gereken sıraya göre dizilmiş halidir ki, buna da “öykü” (histoire) diyor. Yani, yazar tarafından işlenmemiş haliyle olaylar dizisi. Üçüncü olarak, “anlatım edimi”ni (narration) ekliyor bunlara. Bununla birlikte, asıl üzerinde durduğu öykü ile söylem arasındaki bağıntıdır. Çünkü, yazarın, hammadde diyebileceğimiz öyküyü nasıl işlediğini (söyleme dönüştürdüğünü) bu bağıntıyı inceleyerek saptayabiliriz. Olaylar söz konusu olduğunda, öykü üç yoldan değişime uğrayabilir: Düzen, süre, frekans. Düzen, söylem’de olayların zaman diziminin nasıl değiştirildiğiyle ilgilidir. Yazar sırayı değiştirir, geri dönüşler yapabilir, ileriki bir olayı daha öne alabilir vb. Süre, öykülerdeki episodlardan hangilerinin özet olarak anlatılacağı, hangilerinin ayrıntıyla verileceği konusuna ilişkin bir kavramdır. Başka bir şekilde söylersek, anlatı süresiyle öykü süresi arasındaki bağıntıyı verir. Üçüncüsü, frekans, öykülerdeki bir olayın söylem’de bir kez mi, yoksa birkaç kez mi anlatıldığını araştırır. Bunlardan başka, Genette, bakış açısı, anlatıcı türü gibi sorunlara da dikkatle eğilir, bunların çeşitlerini ve etkilerini ayrıntılarıyla saptar. Genette, yapıtında, yalnız kuramsal planda kalmaz; bütün söylediklerini, yaptığı ince ayrımları Proust’un Yitik Zaman adlı romanına uygulayarak örneklendirir. Ne ki, romanı yalnız örneklemek için kullanmaz, aynı zamanda romanın bir çözümünü de gerçekleştirir. Bu başarısı önemlidir, çünkü yapısalcılar, yöntemlerini daha çok masal, polis romanı gibi karmaşık olmayan edebiyat türlerine uygulayabilmişlerdir. Genette, bu yöntemini Yitik Zaman gibi modern, karmaşık ve ince bir romana uyguladığı için, yapısalcılığa yöneltilen bu eleştiriye de cevap vermiş sayılmaktadır.
Görüldüğü gibi, sözünü ettiğimiz üç yapısalcı da dilbilim modelini edebiyata uygulamaya çalışıyor; ama nasıl uygulanacağı konusunda görüşleri aynı değil. Bununla birlikte, şu ana ilkeleri tüm yapısalcıların paylaştığını söyleyebiliriz:
1. Edebiyat incelemesi tek tek yapıtların yorumlanması ya da değerlendirilmesi değil, edebiyat yapıtlarının tümünün uyduğu sistemin araştırılması demektir.
2. Bundan ötürü, edebiyatın tarih içindeki gelişimi bir yana bırakılarak, her şeyden önce eşzamanlılık içinde incelenmesi gerekir.
3. Edebiyatın eşzamanlılık içinde, kendi başına, bağımsız bir yapı olarak incelenmesi ise, bu yapıyı oluşturan öğelerin birbiriyle olan bağıntılarının, yani işlevlerinin saptanması demektir.
4. Bunu yapmak için de, dilbilimdeki söz’e tekabül eden somut edebiyat eserlerinden yola çıkarak bunların uyduğu siteme (dil’e) ulaşmak şarttır; çünkü sistem ile tek tek eserler arasındaki bağıntı, dilbilimde dil ile söz arasındaki bağıntının benzeridir.
2. YAPISAL ELEŞTİRİ
Edebiyatta yapısalcılık metnin dünyasına girmeyi amaçlar.
Erek, yazarın değil yapıtın dünyasına girmektir. Metnin içeriğine tutarlı bir yorum getirebilmek işinde elimizdeki tek ipucu kendisi, biçimidir. Etrafında dolaşmakla bir sonuca varamayız. Yapıtın yazarına bile tam açık olmadığını yazarlar söyler.[6]
Varoluşçuluğa karşı oluşan yapısalcı eleştiri için Sartre, Burjuva ideolojisinin savunmasında en son sığınak” diyor. Yapısalcı yöntem, dış etkenleri tarihsel oluşumu bir yana bırakarak, yapıt ya da nesneyi “kendi içinde, kendisi için” inceleme ve çözümlemeye girişir.
Yapısalcılık konusunda araştırmalar yapan Mehmet Rıfat, yapısalcı eleştiriyi açık bir anlatımla şöyle belirtiyor:
Taine’in eleştiri yönteminde eserin incelenmesi ikinci plana atılıyor…
Günümüzde insanın bütün biyografisini inceleyerek, yazdığı eserin nasıl ortaya çıktığını açıklamayı amaçlayan bir geleneksel eleştirinin yerini yeni eleştiri almıştır. Eseri, eserin kendisinde inceleme anlayışı’nı getiren bu yaklaşımda “eleştirinin görevi, artık şaire ve şiir diline tam olarak güvenerek şiirsel duyarlığın fışkırmasına eşlik etmek ve onu yeniden canlandırmaktır; bu da zekânın hangi düşünce çizgisinde ilerleyerek evreni değiştirdiğini ortaya koyan esnek ve saydam bir yoldur.” Böyle bir eleştiri yöntemi için artık, örneğin Namık Kemal’in Tanzimat döneminde yaşadığı, bir Sait Faik’in öğrenimi için Avrupa’ya gittiği ya da Burgaz’da bilmem hangi kadına âşık olduğu önemli değildir. Bu yönteme göre, Sait Faik’in hayatı ile değil, eserleri “yapısı” ile yorumlanır.
Yapıyı incelemek, yazarın eserini yazarken düşüncesini nasıl çalıştırdığını ve bu düşüncesine kâğıt üzerine ne şekilde aktardığını bulmaktır. Yapıyı ortaya çıkarmak demek, eseri içten tanımak; yüzeyden, görünürden derine, gizliye inmek demektir. Bu yönteme göre (yapısalcılık) incelenen bir eser, yapısını, kurgusunu ortaya çıkaran bir şemaya indirgenebilir…
Yapısalcı yöntem için edebiyat eseri aynen bir organizma gibidir ve her parçanın, bütünün meydana gelişinde ayrı bir önemi vardır…
Edebiyatın nesnesi eser olduğuna göre yapılacak iş bu nesneye tutarlı bir yorum getirebilmektir. Bunu yapabilmek için nesnenin yapısının çözümlenmesi gerekir:
Yapısalcılık, metni parçalara bölerek parçaları yeni bir düzene göre birbirlerine yaklaştırarak ele aldığı nesneyi baştan kurmaya uğraşır.[7]
Bunun pratikte yararı şudur. Tamamlanmış bir metni önce parçalara ayırıp sonra yeniden kurma eylemi sırasında metinde önceden fark edilmeyen, yüzeysel okumalardan kaynaklanan gözden kaçmış anlamları bulup onları açığa çıkarmaktır. İşte bu metinlerin çatısını kuran görevlerin bulunup düzenlenmesi bir gramer oluşturur.[8] Kısaca metnin altında yatan yapıyı, grameri, yasaları ortaya çıkarmaktır. Bu sistem içinde metni oluşturan nesneler kendi başlarına taşıdıkları anlamla değil öteki öğelerle olan ilişkilerinde kazandıkları anlamla öne çıkarlar. Onlara anlam kazandıran bu sistem içindeki birbirleriye olan bağlantıları, ilişkileridir.
Yapısalcılık da Yeni Eleştiri gibi yorumlama işinde sanatçıyı dışlar, ama farklı nedenlerden ötürü. Yazarın zihninden geçenleri, amacını bilemeyeceğimiz için değil, hatta yazarın elinden çıktıktan sonra artık herkesin malı olduğu için de değil. Nedeni yine Saussure’ün dil anlayışıdır. Söylenen söze anlamı veren dil sistemi olduğuna göre eseri yorumlamak için sanatçıya değil, eserin anlamını üreten, anlamlanmayı sağlayan yapıya eğilmemiz gerekir. Yeni Eleştiri eserin tematik birliğinden, organik yapısından çıkan doğru bir tek anlamı olabileceğini söylüyordu. Başka bir deyişle, doğru ve tek anlamı garanti eden sanatçının amacı değil, tutarlı bir bütün olan eserin kendisiydi. Yapısalcılar sanatçıyı, anlamı belirleyen bir otorite olarak kabul etmedikleri gibi eserin,  tek bir anlamı olabileceğini de reddederler. Sözcükler gibi metinler de birkaç anlama gelebileceği için çok anlamlıdırlar.
Yapıtla dil arasında sıkı bir ilişki kurularak değerlendirmelere gidilen yapısalcı eleştiri için Tahsin Yücel, şu özet açıklamalarda bulunuyor:
Kökeni dil olan alanlar üzerinde verilen örneklerin gene aynı kökene dayanan yazın yapıtına kolaylıkla uygulanabileceklerini söylemek bile fazla. Üstelik, bir süredir başarıyla uygulanmaya başladığı, böylelikle eleştiri alanında büyük bir gelişme sağladığı da bilinen bir gerçek. Ama bu örnekler ancak bir başlangıç noktasını gösteriyor. Araştırıcının temel işi bundan sonra başlar. Bu iş de ortaya çıkarılmış bütün bağıntıları göz önüne alarak yazın yapıtını eleştiri düzeyinde yeniden düzenlemek, yeniden kurmaktır. Bu yeniden düzenleme aynı zamanda yapıtın açıklaması olacaktır…
Gürsel Aytaç da, yapısalcı eleştiride, edebiyat incelemelerinin dilbilimsel çalışmalardan başlamakla, bazı eğilimler ortaya çıkarmaktan öteye gidemediğini söylüyor. Ayrıca Aytaç, Barthes’in, okuyucu için ilginç olan imaj bağlantılarının nasıl meydana geldiğine önem verdiğini; Todorov’un gramatik kategorilerle figürlerin ve olayların mantığını birbirine bağlamaya çalıştığını vb. belirtiyor.
Yapısalcı eleştiri değerlendirici değildir; Yeni Eleştiri gibi edebiyatın kazandırdığı yaşantının değeri üzerinde durmaz, içerik olarak dış dünya ve yaşam ile ilgilenmez. Daha doğrusu, içerik, yapısalcılara göre anlamı üreten yapıtın kendisinden ibaret olduğu için bu yapıyı çözümlemeye yönelir.
Bu tür yaklaşıma örnek olarak Vladimir Propp’un Rus peri masalları üzerine yaptığı incelemeyi gözden geçirmek yararlı olacaktır. Gerçi Propp, Rus Biçimciliği döneminde vermiştir ürünlerini, ama kitabı yapısalcı bir anlayışla yazılmış ve yıllar sonra, anlatı türlerinin yapısına eğilen Fransız yapısalcılarına bir çıkış noktası sağlamıştır.
İncelediği yüz Rus peri masalından çıkardığı sonuçları Masalların Biçimbilimi (1928) adlı eserinde yayımlayan Propp, her şeyden önce şunu kanıtladı: Masalların görünüşteki çok çeşitliliği altında, değişmeyen ortak bir yapı vardır. Masallardaki kişilere bakarsak bunların çok çeşitli olduğunu görürüz, ama Propp, bu kişilerin eylemlerine baktığımızda bunların sayısının sınırlı olduğunu ve 31’i geçmediğini keşfetti. “İşlev” adını verdiği bu 31 eylem, olay örgüsünü meydana getiren birimlerdir ve şu sırayı izlerler:
1. Aileden biri evden uzaklaşır.
2. Kahraman bir yasakla karşılaşır.
3. Yasak çiğnenir.
4. Saldırgan bilgi edinmeye çalışır.
5. Saldırgan kurbanıyla ilgili bilgi toplar.
6. Saldırgan kurbanını ya da servetini ele geçirmek için, onu aldatmayı dener.
7. Kurban aldanır ve böylece istemeyerek düşmanına yardım etmiş olur.
8. Saldırgan aileden birine zarar verir.
9. Kötülüğün ya da eksikliğin haberi yayılır; bir dilek ya da buyrukla kahramana başvurulur, kahraman gönderilir ya da gider.
10. Arayıcı-kahraman eyleme geçmeyi kabul eder.
11. Kahraman evinden ayrılır.
12. Kahraman büyülü bir nesneyi ya da yardımcı edinmesini sağlayan bir sınama ile karşılaşır.
13. Kahraman ilerde kendisine bağışta bulunacak kişinin eylemlerine tepki gösterir.
14. Büyülü nesne kahramana verilir.
15. Kahraman, aradığı nesnenin bulunduğu yere ulaştırılır.
16. Kahraman ve saldırgan bir çatışmada karşı karşıya gelir.
17. Kahraman özel bir işaret edinir.
18. Saldırgan yenik düşer.
19. Başlangıçtaki kötülük giderilir ya da eksiksiz karşılanır.
20. Kahraman geri döner.
21. Kahraman izlenir.
22. Kahramanın yardımına koşulur.
23. Kahraman kimliğini gizleyerek kendi ülkesine ya da başka bir ülkeye varır.
24. Düzmece bir kahraman asılsız savlar ileri sürer.
25. Kahramana güç bir iş önerilir.
26. Güç iş yerine getirilir.
27. Kahraman tanınır.
28. Düzmece kahramanın, saldırgan ya da kötünün gerçek kimliği ortaya çıkar.
29. Kahraman yeni bir görünüm kazanır.
30. Düzmece kahraman ya da saldırgan cezalandırılır.
31. Kahraman evlenir ve tahta çıkar.
V. Propp’un bulduğu 31 işlevin hepsi de bir tek masalda yer  almaz, bir kısmı yer alır, ama sıra değişmez. Masallarda bize farklı görünen kişiler ve olaylar, gerçekte işlevleri açısından sınırlıdırlar. Sözgelimi bir masalda “Ormanın yiğit insanları, kahramandan kendilerine üç yıl süreyle hizmet etmesini isterler”; başka bir masalda, “bir alma ağacı, bir ırmak, bir soba ona (kahramana) oldukça sıradan bir yiyecek sunarlar”; bir diğerinde “ejderha ona ağır bir taşı kaldırmasını buyurur” (s.48) Bu olaylar birbirinden tamamen farklı görünüyorlar, ama aslında 12. işlevin (sınama’nın) değişik biçimleridir. Her birinde önemli olan kahramanın sınanmasıdır ve kahraman bu sınamadan başarıyla çıkarsa kendisine büyülü bir nesne bağışlanır. O halde buradaki yiğitler de, ağaç, ırmak, soba da, ejderha da sınama işlerini yerine getiren bağışçılardır. Görüldüğü gibi Propp karakterlerin kendi kişisel nitelikleriyle psikolojileri, mevkileri, cinsiyetleri ile değil işlevleriyle ilgileniyor, çünkü masallardaki kişiler, hayvanlar ve nesneler sadece belli bir işlevi yerine getirsin diye masala konmuşlardır.
Gerçi 31 işlev saydık, ama Propp bunların kendi aralarında bazı alanlara göre kümelendiklerine işaret eder. “Bu alanlar işlevleri yerine getiren kişilere uygun düşen eylem  alanlarıdır” (s.83). Yedi eylem alanı saptıyor Propp; öyleyse bunlara uygun düşen kişiler de yedidir. Başka bir deyişle, 31 işlevden birkaçı aynı kişiye düştüğü için (çoğu kahramana) masallarda dağıtılacak rollerin sayısı yediyi geçmez.
1. Saldırgan (ya da kötü kişi)
2. Bağışçı
3. Yardımcı
4. Prenses
5. Gönderen
6. Kahraman
7. Düzmece kahraman.
Propp masalların güzelliği, yorumu ya da anlamı üzerinde hiç durmuyor, çünkü onun araştırdığı, bir anlatı türünün yapısı. Ve incelemesi sonucu Rus peri masalları hakkında şu dört yasayı ortaya koyar Propp:
1. Kişiler kim olursa olsun ve işlevler nasıl gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin, masalın değişmez, sürekli öğeleri, kişilerin işlevleridir. İşlevler masalın temel oluşturucu bölümleridir.
2. Olağanüstü masalın içerdiği işlevlerin sayısı sınırlıdır.
3. İşlevlerin dizilişi her zaman aynıdır.
4. Bütün olağanüstü masallar yapıları açısından aynı türe bağlanırlar. (s.31-33)
Üç biçimci yöntem olarak Yeni Eleştiri, Rus Biçimciliği ve Yapısalcılık yöntemlerini kısaca karşılaştıracak olursak: Üç yöntem de edebiyatı edebiyat olarak ele almak ister, ama Yeni Eleştiri’nin amacı tek tek eserlere yönelerek, o eserin içindeki saklı (derin) anlamı ortaya çıkarmak, Rus Biçimcileri ve Yapısalcılar ise bir tek metni çözümlemek yerine, o metnin başka metinlerle ilişkisini araştırarak yazınsal gelenekleri, yerleşmiş kalıpları, tekrarlanan olay örgülerini ve işlevleri saptamaya çalışırlar. Ne ki Rus Biçimcileri edebiyatı incelemenin, kendine özgü yöntemiyle, kendi başına ayrı ve özgün bir bilim olduğuna inanıyorlardı. Yapısalcılar ise özgün bir yöntem aramak gereğini duymazlar, dilbilim modelini örnek olarak almaktan yanadırlar, çünkü edebiyat da bir göstergeler sistemidir ve üstelik dilsel olduğu için, sistemi de, temelde, dilin sistemine uyacaktır.
Türkiye’de yapısalcılık ile ilgili ilk akademik çalışmayı yapmış olan Tahsin Yücel[9], Yapısalcılık adlı kitabında bu kuramın dayandığı altı temel yönelimi şu şekilde özetler:
1. ele alınan nesnenin kendi başına ve kendisi için incelenmesi;
2. nesnenin kendi öğeleri arasındaki bağıntılardan oluşan bir dizge olarak ele alınması;
3. söz konusu dizge içinde her zaman işlevi göz önünde bulundurma ve her olguyu bağlı olduğu dizgeye dayandırma zorunluluğunun sonucu olarak, nesnenin artsüremlilik içinde değil, eşsüremlilik içinde ele alınması;
4. bunun sonucu olarak, köken, gelişim, etkileşim, vb. türünden artsüremsel sorunlara ancak nesnenin elden geldiğince eksiksiz bir çözümlemesi yapıldıktan sonra ve bunların da dizgesel olarak ele alınmalarını sağlayacak yöntemler geliştirilebildiği ölçüde yer verilmesi;
5. nesnenin kendi başına ve kendisi için incelenmesinin sonucu olarak, doğaötesel (metafizik) değil, özdekçi (materyalist) bir tutum izlenmesi;
6. bu yaklaşımın felsefi, siyasi ya da sanatsal bir öğreti değil, tutarlı bir çözümleme yöntemi olmaya yönelmesi, dolayısıyla düşüngüsel yaklaşımla bir ilgisi bulunmaması.
3. EDEBİYATTA YAPISALCILIĞIN UYGULAMALARI
Bir şiire yapısal bir açılım getirmek, şiiri oluşturan her ögenin kendi bünyesinde bir anlam barındırdığını, aynı zamanda farklı imgelerin şiir bünyesinde bulunduğunu görmek anlamına gelir. Yapısal bir açılımla ortaya çıkarılmak istenen bu farklı imgelerin nasıl bir araya getirildiği, bu bir araya gelişten doğan yeni imgeler, anlamlar dünyasını açığa çıkarmaktır. Bununla birlikte imgelerin anlamlarının birbirleriyle olan ilişkilerinin sonucu oluşan yeni anlamlar şiir dilinin yapısını oluşturur. İmgeler özdekliğin ötesinde ilişkisel bir anlam sunarlar. Yani imgeler varlıkları ve bir araya gelişleri ile birbirlerini tanımlar ve tamamlarlar. Behçet Necatigil’in Kilim şiiri bu tanımlama ve tamamlama için oldukça iyi bir örnektir. Şair, üzüm çöpleri, armut sapları, mavi ve beyaz isterken kara, paslı borulardan katran, soba zifiri… yaşadığı zamanı ve hayatı kötü malzemelerle dokunmuş kilimle imgeleyip tanımlarken, kızgınlığını ve öfkesini şiirin bütününde sert sessiz harfleri yoğun kullanımıyla ve bunu ” Çok çiğ” tekrarlarıyla güçlendirerek tamamlıyor.

Yahya Kemal’in Rindlerin Ölümü şiirinde yer alan,
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter
beytine baktığımızda metni (nesne) oluşturan öğelerin tek başlarına lügat anlamları dışında bir anlam taşımadıklarını görürüz. Fakat bu öğelerin kendileri gibi öteki öğelerle olan ilişkileri, bağlantıları şiirin yapısının ortaya çıkmasına hizmet eder. Serin kelimesinin servi ve kabir kelimesi ile olan ilişkisi bu türden bir ilişkidir. Seher, gül, gece, bülbül kelimeleri de bu beytin unsurlarındaki istifin gramerini verirler.
Divan şiirinde yazılan aşk konulu bütün gazeller bu yöntemle incelendiğinde bu edebiyattaki aşk kavramının gramerini çıkartabiliriz.
Kavramın Öznesi
Kavram
Kavramın Nesnesi
Kavramın Halleri
Âşık
Aşk
Mâşuk
engel+ıstırap+kavuşamama

Bu grameri okumaya çalışırsak: Divan şiirinde aşk bir üst kavramdır. Âşık bu kavramın öznesi, mâşuk da nesnesi durumundadır. Bir bakıma özne olan âşık duygusal eğilimini nesne üzerinden kavrama yöneltir. Yani burada asıl olan şey bir nesneye değil aşk’a âşık olmaktır. Nesne (mâşuk) ise bu yapı içinde edilgen durumdadır ve onun da eğilimi, yönelimi özneye değil onun üzerinden aşk kavramınadır. Aşkın bu iki figür arasındaki halleri ise metinlerin ayrıntılarını oluşturur. Âşığın (özne) acı çekmesi, mâşuğun özneye yüz vermemesi, onu görmezden gelmesi, yanına yaklaştırmaması, istinga göstermesi, vb. oyunlar iki sevgilinin kavuşmaması için kurgulanan küçük fakat gerekli oyunlardır.
Aynı çalışma Türk halk masallarında, destanlarda, modern öykülerde, roman ve şiirlerde de yapılabilir. Bu gramerin ortaya çıkarılması eseri anlamamıza yardımcı olur.
Yapısal çözümleme ve yöntem kuramlarının tamamının amacı halkbilim türlerini evrensel modellere ve formüllere indirgeyerek ve böylece zamanla oluşturulacak bir folklor grameri sayesinde evrensel bazda mukayeseli çalışmaları daha kolay gerçekleşir kılarak insanlığın kültürel ve zihni gelişimini anlayıp açıklayabilmektir.[10]
Yapısalcılığın halkbilimi sahasında uygulaması iki önemli yöntemi doğurmuştur. Bunlardan birincisi kahraman biyografisinin grameri diğeri Rus araştırmacı Propp’un masallara ve Lévi-Strauss’un da mitlere uyguladığı yapısal çözümleme biçimleridir.
            3.1. Kahramanın Biyografisini Çözümleme: Bu yöntemin amacı masal, destan, halk hikayesi ve efsanelerde yer alan kahramanların ortak özelliklerini ortaya çıkararak bunların ışığında temel bir karakter inşa etmektir.
Bu konudaki ilk deneme Alman halkbilimci Johann George von Hahn tarafından 1864 yılında yapılmıştır. Hahn, çeşitli anlatılarda yer alan kahramanların basit bir gramerini çıkarmakla işe başlar.
“Perceus, Hercules, Oedipus, Amphion ve Zenta (ikizler), Leucestus ve Parrhaus (ikizler), Romulus ve Romus (ikizler), Dietrich, Wolfdietrich, Siegfried, Cyrus, Keyhüsrev, Karna ve Krishna” dan oluşan 14 kahramanın biyografisinden hareketle 16 maddeden oluşan bir kahraman formülü ortaya çıkarır. Onu Otto Rank, Lord Raglan, Eric Hobsbawm vd. izler. Kahramanın biyografisinin gramerini çıkarmak benzer başka metinlerin yapısal açıdan çözümlemelerine yardımcı olur. Bu konuda Özkul Çobanoğlu’nun yöntem uygulamalarını zikretmek yerinde olacaktır. Kıbrıs Türk halk kahramanlarının yanı sıra Çakırcalı Mehmet Efe, Oğuz Kağan ile Ertöştük’e uyguladığı kahramanın biyografisinin gramerini çıkarma yöntemi bu alandaki başarılı örneklerdir.[11]
Kendi edebiyatımızdan örnek verecek olursak Keloğlan masallarını inceleyerek Keloğlan’ın karakterini oluşturan özellikleri bir gramer halinde ortaya koymak ve ondan sonra ortaya çıkan bu kalıp çerçevesinde öteki masal kahramanlarıyla mukayeseli araştırmalar yapılabilir.[12]
            3.2. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Paramparça Şiirini Okuma Denemesi:
PARAMPARÇA
Ağaç bütün
Işık bütün
Meyve bütün
Benim dünyam paramparça.

Büyük bir ayna kırılmış
Kırılıp yere dökülmüş
Kainat içine düşmüş
Düşmüş amma paramparça.

Yaprak yaprak yapıştırdım
Diyar diyar dolaştırdım
Bir alevdir tutuşturdum
Yandım amma paramparça.
İlk aşamada biz Bedri Rahmi’nin bütün şiirlerinin gramerini çıkarmayı değil sadece Paramparça şiirinin gramerini, -yapısını, dizgesini- çıkarmayı düşündüğümüzden dikkatimizi sadece bu metin üzerine yoğunlaştıracağız. İkinci ilke metni eşzamanlı olarak incelemektir. Metnin diacronic (artzamanlı) incelenmesi onu tarihsel bir nesne yapacağından bakışımızı o taraftan çevireceğiz demektir. Üçüncü husus nesneyi oluşturan parçaların birbirleriyle olan ilişkisini (karşıtlığını) incelemektir.
Metin bütün-parça karşıtlığı üzerine kurulmuştur.
Özne
Durum
Nesne
Durum
Ben
Paramparça
Dünya, Ağaç, Işık, Meyve, Ayna
Bütün


Ayna
Paramparça


Ayna
Bütün

            Şimdi  bu şemanın anlam dizgesini kurmaya çalışalım.
            Ağaç, ışık, meyve doğaya ait unsurlar bütün, özne paramparçadır.
            Büyük bir ayna kırılmış, çevreye yüzlerce görüntü kırığı saçılmıştır, ayna paramparçadır. Özne bu kırığı onarmak ister. Yaprak yaprak yapıştırır, diyar diyar dolaştırır, alev gibi tutuşturur fakat yine özne yanar, paramparça olur. O halde bu metni (nesne) anlamlı bir dizge olarak okursak özne dış ve iç etkenlerin tesiri ile paramparça bir ruh hali içindedir, denebilir. Bu metnin anlam dizgesi böyle özetlenebilir. Bedri Rahmi’nin bütün şiirlerini inceleme fırsatı bulup onların bir gramerini oluşturma imkanımız olsaydı ortaya yine buna benzer bir dizge tanımı çıkacaktı. Yapısalcıların metnin dizgesini bulma konusundaki tercihi bir türün mesela masallar, mitler destanlar, gazeller vs. bütün metinlerinin motiflerini çıkararak bir yapı şeması ortaya çıkarmaktır.
Yapısalcılık metnin yüzeyindeki anlamı değil yazarın söz’den hareketle oluşturduğu derin anlamı bulmaktır. Halk hikâyelerinin, mesnevilerin derin anlamı hayatta hiçbir şeyin kolay ve bedelsiz elde edilemeyeceği; zorlukların, engellerin aşılması gerektiğidir. Bu bakımdan bir metnin anlamı bir büyük cümle olarak kabul edilebilir. Ali camı kırdı basit bir cümledir. Burada öznenin, nesnenin işlevi söz konusudur. Ali’nin camı kırma eylemini nasıl yaptığı açık değildir. İşte cam ve kırma öğeleri ister istemez taş unsurunu beraberinde getirecektir. Fakat eğer bu cümle Ali camı taşla kırdı şeklinde olsaydı metin bir dizge unsuruna daha kavuşacaktı. Böylelikle bir parçanın öteki parçalarla bağlantısı daha rahat bir biçimde ortaya konmuş olacaktı. Her bir öğenin niteliği ve işlevinin artması metnin derin yapısını daha rahat çözümlememize yardımcı olacaktır.
4. YAPISALCILIĞIN ELEŞTİRİSİ
Yapısalcılık bireyi bir kenara ittiği, edebiyatın gizlerine bir klinik soğukluğuyla yaklaştığı ve sağduyuyla açıkça bağdaşmadığı için edebiyat kurumunda infial yarattı.
Yapısalcılıktaki öğreti, herhangi bir sistemin tekil birimlerinin, ancak kendi aralarındaki ilişkilerle anlam kazandıkları inancıdır. Bu inanç, nesnelere yapısal olarak bakmak gerekir nevinden basit bir yaklaşımın sonucu değildir. Bir şiiri bir yapı olarak incelediğini halde her bir öğesini kendi içinde az çok anlamlı görebilirsiniz. Şiir belki de hem güneş hem de ay imgesi içeriyordur, siz de bu iki imgenin bir yapı oluşturacak şekilde nasıl bir araya getirildiğiyle ilgileniyorsunuzdur. Ama kartvizitinize yapısalcı yazdırmak için, her imgenin anlamının bir başka imgeyle ilişkisinden ibaret olduğunu iddia etmeniz gerekir. İmgelerin tözel değil sadece ilişkisel bir anlamı vardır. Şiirin dışına çıkıp güneşler ve aylar hakkında bildiklerinize başvurmanız gerekmez; bu iki imge, birbirlerini açıklar ve tanımlarlar.
Bunu basit bir örnekle göstermeye çalışır Terry Eagleton[13]:
Babasıyla kavga ettikten sonra evi terk eden bir oğlan çocuğunun öğlen sıcağında ormanda gezmeye çıkıp, derin bir kuyuya düştüğü bir hikâyeyi analiz ettiğimizi düşünelim. Baba oğlunu aramaya çıkar, kuyuya eğilip bakar, ama karanlık yüzünden oğlanı göremez. Tam o esnada güneş yükselir ve ışınlarıyla kuyunun derinliklerini aydınlatarak babanın oğlunu kurtarmasını sağlar. Sevinçle birbirlerini sarılıp barıştıktan sonra beraber eve dönerler.
Yapısalcı bir eleştirmen bu hikâyeyi diyagramlarla şematize edecektir. Anlamlandırmanın (signification) ilk birimi olan çocuk babasıyla kavga eder cümlesi, aşağıdaki, yukarıdakine başkaldırır şeklinde yeniden yazılabilir. Çocuğun ormanda yürümesi dikey aşağı/yukarı ekseninin tersine yatay eksende yapılan bir harekettir ve orta olarak adlandırılabilir. Kuyuya, yani yerin altındaki bir yere düşmek aşağı’ya, güneşin yükselmesi ise yukarı’ya karşılık gelir. Güneş kuyuyu aydınlatarak bir anlamda aşağı’ya yönelmiş ve böylece anlatının, aşağı’dakinin yukarı’dakine başkaldırdığı ilk anlamlandırıcı birimini tersine çevirmiştir. Baba ile oğlun barışması aşağı ile yukarı arasındaki dengeyi yeniden kurar, orta’yı temsil eden eve dönüş yürüyüşü de gayet uygun olan bu orta hale ulaşılmış olduğuna işaret eder. Yapısalcı, zafer coşkusu içinde cetvellerini derleyip toparlar ve bir sonraki hikâyeye geçer.
Bu analizin dikkate değer yanı, tıpkı Biçimciliğin yaptığı gibi, hikâyenin fiili içeriğini paranteze alarak tamamen biçim üzerinde yoğunlaşmasıdır. Baba ile oğul, kuyu ile güneş unsurlarının yerine bütünüyle farklı unsurlar koyup yine aynı hikâyeyi elde edebilirsiniz. Birimler arasındaki ilişkilerin yapısı korunduğu sürece hangi unsurları seçtiğiniz önemli değildir.
Hikâyenin unsurları arasında koşutluk, karşıtlık, tersine çevirme, eşdeğerlik vs. gibi ilişkiler olabilir; bu içsel ilişkiler yapısı bozulmadığı sürece tek tek unsurlar birbirlerinin yerine konabilir. Bu yöntemle ilgili olarak üç noktaya daha dikkat çekilebilir:
1. Yapısalcılık için bu hikâyenin büyük bir edebiyat numunesi olması önemli değildir. Yöntem, nesnesinin kültürel değerine gayet kayıtsızdır: Bu açıdan Savaş ve Barış da Savaş Çığlığı da iş görür. Yöntem, değerlendirici değil, analitiktir.
2. Yapısalcılık, sağduyuyu hedef alan hesaplı bir saldırıdır. Hikâyenin bariz anlamını reddeder ve bunun yerine hikâye içinde yüzeyde görünmeyen belli derin yapıları yalıtmaya çalışır. Metni göründüğü şekliyle kabul etmez, onu gayet farklı bir nesneye dönüştürür.
3. Metnin içindeki belirli içerikler birbirlerinin yerine konabiliyorsa, anlatının içeriği anlatının yapısıdır demek de anlamlı olabilir. Bu da anlatının bir anlamda kendisiyle ilgili olduğunu iddia etmekle aynı kapıya çıkar.
            4.1. Yapısalcılığın Kazanımları: Yapısalcılık, ilk olarak edebiyatı merhametsizce gizeminden arındırmıştır. Greimas ve Genette’den sonra üçüncü dizede kılıçların şıkırtısını duymak ya da The Hollow Men[14]’i okuduktan sonra bir korkuluk olmanın ne menem bir şey olduğunu hissetmek zorlaşmıştır. Edebiyat eserini de bütün diğer dil ürünleri gibi bir inşa olarak kabul eden ve bu inşayı meydana getiren mekanizmaların da diğer bütün bilimlerin nesneleri gibi sınıflandırıp incelenebileceğini fark eden bu eleştiri, gevşek öznel gevezelikleri bertaraf etmiştir. Şiirin tıpkı insan gibi canlı bir özü, incelemeye tabi tutmanın saygısızlık sayılacağı bir ruhu olduğu yolundaki Romantik önyargının maskesi acımasızca düşürülerek, örtük bir teolojiden, edebiyatı bir fetişe dönüştürüp, doğal bir hassasiyet sahibi eleştirel elit zümrenin otoritesini pekiştiren, rasyonel araştırmaya karşı duyulan hurafeyle karışık bir korkudan ibaret olduğu gösterilmiştir. Dahası, yapısalcı yöntem, edebiyatın benzersiz bir söylem biçimi olduğu iddiasını da üstü kapalı olarak sorgulamıştır. Sir Philip Sidney’den olduğu kadar Mickey Spillane’den de aynı derin yapılar çıkarılabildiğine göre, edebiyata ontolojik olarak ayrıcalıklı bir statü atfetmek artık kolay değildi.
Yapısalcılık, gerçeklik ile bizim gerçeklik deneyimimizin birbirlerinden farklı oldukları inancının modern vârisidir; bu haliyle de dünyanın kendi denetimlerinde olmasını, bir tek kendi anlamlarını yüzeyde taşımasını ve onlara kendi dillerinin lekesiz aynasını vermesini isteyenlerin ideolojik güvenliğini tehdit eder. Yapısalcılık, Freud gibi en mahrem deneyimimizin bile bir yapının sonucu olduğu şeklindeki şoke edici hakikati gösterir.
Roman Jacobson ve Claude Lévi-Strauss, 1962’de, Charles Baudelaire’in Les Chats şiirinin, sonraları yüksek yapısalcı pratiğin klasiği haline gelen bir analizini yayımladılar. Bu yazıda insana afakanlar bastıran bir kılı kırk yarmacılıkla şiirin anlamsal, sözdizimsel ve fonolojik düzeylerinden, tek tek sesbirimleri (phonemes) bile kapsayan bir eşdeğerlikler ve karşıtlıklar dizisi çıkartılıyordu. Ama Michael Riffaterre’in bu eleştiriye verdiği meşhur cevabında işaret ettiği gibi, Jacobson ve Lévi-Strauss’un saptadıkları bazı yapıları en dikkatli okur bile fark edemezdi. Üstelik analizde okuma süreci hiç hesaba katılmıyordu: Metne eşzamanlı olarak, zaman içindeki bir hareketten ziyade mekân içindeki bir nesne gibi yaklaşılıyordu.
5. SONUÇ
Yapıların algılanması ve tasvir edilmesiyle ilişkili olan dünya ile ilgili bir düşünüş şeklidir. Yapısalcılar her hangi bir durumda ortaya çıkan her öğeye ait unsurun kendiliğinden bir anlamı olmadığını, bu öğelerin ancak diğer unsurlarla birleştirildiğinde bir anlam ifade edeceğini iler sürdüler. Herhangi bir varlığa ait bütüncül anlam söz konusu varlığın biçimini oluşturan parçaların yapısıyla karşılıklı etkileşime sokulmadıkça algılanamaz. Yapısalcılar beşeri faaliyetlerin tamamının belirli yapılardan oluştuğuna, özlerden veya doğallıklardan meydana gelmediğine inandılar.
Kısaca özetlersek, önemli olan organizasyon sistemidir. Biz yapının içindeki seçmeye dayalı kalıplardan söz ediyoruz. Bunu formülleştirirsek, anlatı aksiyonlarında geçen ve birilerinin bıçakla bezelye yiyemeyeceği gibi herhangi bir faaliyet farklılık sistemi içinde yer alır ve bu hareket sistem içindeki olası diğer faaliyetler içinde değerlendirildiği zaman bir anlam ifade eder. Claude Lévi-Strauss, A. J. Greimas, Roland Barthes, Ferdinand de Saussure, Viladimir Propp ve Terence Hawkes yapısalcı anlayışın başlıca temsilcileridir.
Yapısalcı analiz, esere bir göstergeler sistemi olarak bakmanın ötesinde bu göstergelerin birleşip anlama dönüşmesini sağlayan temel yasalar kümesini yalıtmaya çalışır. Bu analizde hedeflenen amaç iki temel üzerinde ifade edilebilir: Ele aldığı eserin, G. Genette’nin deyimiyle, iskeletini ortaya çıkararak o yazıyı betimler ya da eserin aracılığı ile (ve ona benzeyen başka çalışmalara dayanarak) edebiyatın özelliğini, yapılarını bulmaya çalışır.
Son olarak Terry Eagleton şunu sorar: Yapısalcılık mevcut pratiğe başvurup onu inceleyebilir; ama “Başka bir şey yap,” diyenlere cevabı nedir?
6. EK
            6.1. Roland Barthes: Göstergebilimin kurucu isimlerinden biridir. Yapısalcılık, göstergebilim ve psikanalizmin  etkilerini birleştiren, kendine özgü bir edebiyat eleştirisi geliştirmiştir. Barthes, Saussure’cü dilbilimin tezlerini göstergebilime taşımaya çalışır. Çünkü, belli bir noktadan sonra her şey, onun için gösterge dizgeleri olarak okunabilecek bir görünüm alır. Günlük hayattaki rastgele öğelerden, yüksek sanat yapıtlarına kadar her şey bir gösterge olarak analiz edilebilir ve edilmelidir. Onun göstergebilim anlayışı, bu noktada, bu gösterge dizgelerini anlamak, işleyiş yapılarını çözmek ve dolayısıyla anlam dünyasının yapısını açıklama çabasından ileri gelir.
Roland Barthes, yapısalcılık ve post-yapısalcılık arasında köprü oluşturan kavramları ve kuramı ile edebi çözümlemeler içinde öne çıkmıştır. Her ne kadar, arasında Çağdaş Söylenler’in de yer aldığı erken dönem yazılarıyla daha çok bilinse de, edebi çözümlemelere yeni araştırma konuları sunan daha sonraki yapıtları da diğerleri kadar önemlidir. İdeoloji, gösterge ve metin kavramlarına ilişkin görüşleri zaman içinde değişmiş ancak bu kavramlar onun  temel sorunları olarak önemini korumuştur.
1976’da Collége de France’da edebiyat göstergebilimi alanında ilk kürsü başkanı olmuştur.
            6.2. Mikhail Bakhtin: Çalışmaları Marksizm, Yapısalcılık (özellikle dilbilim), Göstergebilim alanlarıyla hem etkileşim halinde olmuş hem de bu alanları dolaylı ya da dolaysız etkilemiştir.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında Jacobson, Tinianov, Tomaşevski gibi Rus Biçimcilerinden etkilenmiş ve onların yazgılarına ortak olmuştur. Yaşamı boyunca kendi imzasıyla ancak iki yapıtı yayımlanabilen Bakhtin’in, izleyicileri olan Medvedev ile Voloşinov’un adlarını da kullandığı öne sürülmekte ve özellikle Voloşinov’un Marksizm ve Dil Felsefesi kitabı ona mal edilmektedir. Dil felsefesiyle çok yakından ilgilenen Bakhtin, bu yapıtta oldukça geniş kapsamlı bir dilbilimsel çözümlemeye de girişmiş; yaşadığı dönem içinde metodolojik yönden en üst düzeyde bir yetkinliğe erişmiştir.
Burada en can alıcı nokta Bakhtin’in diyalog ve monolog içinde tek bir sözcüğün farklı durumlarını saptamasıdır. Çağdaşları genellikle bir cümlenin sınırları içinde kalırken onun çözümlemesi söylem kavramını ortaya atmaktadır. Bakhtin için söylem kadar söylemin oluşum koşulları da çok önemlidir. Bu saptama dilbilim ve göstergebilim bağlamında sözün gerçekleşim süreciyle, sözceleme (enunciation) olgusuyla ilgilidir. Bu süreç anlatım ayrılıklarını bir yana bıraktıktan sonra üç temel veriyi içerir: İki konuşucudan her ikisinin de paylaştığı ve her ikisi için de geçerli olan bir değerlendirme biçimi. Dilsel bildirişimin gerçekleşmesi için bu üç koşulun üçünün de gerekli olduğunu savunanlara göre sözceleme ya da sözce (utterance) üretme ediminin (performance) ayırıcı nitelikleri ile dilsel bildirişimin ayırıcı nitelikleri özdeştir. Bundan da –Bakhtin’e ait olduğuna inanılan- Marksizm ve Dil Felsefesi adlı yapıtta belirtilen şu sonuçlar çıkar: Hiçbir sözce, yalnızca söyleyene bağlı kalmaz; söyleyenle dinleyen arasındaki karşılıklı etkileşim sonucunda oluşur. Her söylem, belli bir kültürel çevrede üretilmiş ve üretilmekte olan tüm söylemlerle bağıntılıdır ve bağımsız söyleyen bulunmadığı gibi, bağımsız söylem de olmaz.[15]

7. KAYNAKÇA
Moran, Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Cem Yayınları, 8. Baskı, İstanbul 1991.
Eagleton, Terry, Edebiyat kuramı-Giriş, Çev. Tuncay Birkan, ayrıntı Yayınları, İstanbul 2004.
Bayrav, Süheyla, Dilbilimsel Edebiyat Eleştirisi, Multılıngual, İstanbul 1999.
Kolcu, Ali İhsan, Edebiyat Kuramları(Tanım-Tenkit-Tahlil), Salkımsöğüt Yayınları, 3. Baskı, Erzurum, Temmuz 2010.
Çobanoğlu, Özkul, Halkbilim Kuramları ve Araştırma Yöntemleri Tarihine Giriş, Akçağ Yayınları, 3. Baskı, Ankara 2005.
İnal, Ayşe, Roland Barthes: Bir Avant-Garde Yazarı

Okuyucuya Not: Bu yazı ancak bir derleme niteliğindedir. 


 [1] Biçimcilik ve modern yapısalcılık arasındaki en önemli bağı, Rus Biçimcileri’nden biri olan dilbilimci Roman Jacobson kurmuştur. Jacobson 1915’te kurulmuş Biçimci bir grup olan Moskova dilbilim Çevresi’nin lideriydi ve 1920’de Prag’a göç ederek Çek yapısalcılığının en önemli kuramcılarından biri oldu. Prag Dilbilim Çevresi 1926’da kuruldu ve İkinci Dünya Savaşı patlak verene kadar yaşamını sürdürdü. Jacobson bu kez de Amerika’ya göç etti ve burada İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransız antropolog Claude Lévi-Strauss ile tanıştı; modern yapısalcılığın önemli bir kısmı bu entelektüel ilişkiden gelişecekti.
[2] Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı: Giriş, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2004.
[3] Todorov’un Grammaire du Decameron kitabında söylediklerinin bir özeti sayılabilecek bir yazısı Bülent Aksoy tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir. Yukardaki öykü ve şaması için bu çeviriyi kullandım. Bkz. T. Todorov, Anlatı Türünde Yapısal Analiz, Birikim Haziran-Temmuz, 1977, s.89-90
[4] Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Cem Yayınevi, İstanbul 1998, s.177
[5] Rus Biçimciliğinde olay örgüsü anlamında kullanılır. Öykünün sunuş biçimi zamandizinsel olmayabilir. Yazar, olayların sırasını bozabilir, alt üst edebilir ve gerçekliğe uymayan yapay bir diziye yerleştirebilir. Böylece alışılmışı kırar. Buna geriye dönüş de diyebiliriz.
[6] Süheyla Bayrav, Dilbilimsel Edebiyat Eleştirisi, Multılıngual, İstanbul 1999, s.55.
[7] Süheyla Bayrav, Dilbilimsel Edebiyat Eleştirisi, Multılıngual, İstanbul 1999, s.59.
[8] Süheyla Bayrav, Dilbilimsel Edebiyat Eleştirisi, Multılıngual, İstanbul 1999, s.59.
[9] 1960’lı yıllarda Tahsin Yücel, İstanbul Üniversitesi’ne gelmiş olan Greimas’dan yapısalcılığı tanımış ve Fransa dışında, bu kuramı edebiyata uygulayan ilk bilim adamlarından biri olmuştur.
[10] Özkul Çobanoğlu, Halkbilim Kuramları ve Araştırma Yöntemleri Tarihine Giriş, Akçağ Yayınları, Ankara 2005, s.188.
[11]Umay Günay Armağanı, Ankara 1996, s.208.
[12] Ali İhsan Kolcu, Edebiyat Kuramları: Tanım, Tenkit, Tahlil, Salkımsöğüt Yayınları, 2. Baskı, Erzurum, Temmuz 2010.
[13] Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı-Giriş, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2004, s.123-124.
[14] T.S. Eliot’ın ünlü şiiri Boş Adamlar
[15] Mikhail Bakhtin’in yazılarından derlenmiş olan Karnavaldan Romana (Çev. Cem Soydemir) adlı kitabın Sibel Irzık’a ait ön sözünden alınmıştır. 

YERALTI

YERALTINDAN NOTLAR HAKKINDA                        GİRİŞ             Romanın ortaya çıkışı Avrupa’nın Rönesans’la yaşadığı bü...